Otokratik liderliǧin yakıtı: Hisler politikası

Genel geçer bir ifadeyle popülist olarak nitelendirilen siyasetçiler, siyasal oluşumlar bu korku, hınç ve nefret üçlüsünden hareketle bir “biz” ve “onlar/düşmanlar” kampı yaratıp, kendisiyle bu “biz” arasında doğrudan bir aidiyet ilişkisi kurabiliyor. Koruyucusu olduğu etnik, dini veya kültürel kimliğin iç ve dış düşmanlar tarafından tehdit altında olduğu algısını besliyor. Böylece grup aidiyetini önceleyip, pekiştirerek, siyasal liderliğine rıza üretiyor.

2016’da ABD’de başkanlık seçiminde, kamuoyu yoklamalarının ilan ettiği beklentinin tersine bir sonuç çıkmış ve Hillary Clinton toplam oyların çoğunluğunu almasına rağmen, iki dereceli ABD seçim sistemi nedeniyle seçimi Trump lehine kaybetmişti. Kentli Demokrat Parti seçmeni birçok kişi, ABD taşrasında yaşayan yoksul veya orta halli yurttaşların önemli bir kesiminin iktisadi-sosyal çıkarları aleyhine olan bir adaya oy vermelerini öfkeli bir hayretle karşılamıştı.

Sosyolog A. R. Hochschild, 2016’da yayımlanan araştırmasında bu hayreti sorguluyordu. Kendi Topraklarında Yabancı: Amerikan Sağında Öfke ve Yas başlıklı kitabı,[1] yüzü Cumhuriyetçi Parti’nin radikal sağ kanadına dönük olan –o zaman bunu Çay Partisi temsil ediyordu– kesimlerle Donald Trump’ın seçilmesinden birkaç ay önce yaptığı görüşmelere dayanıyor. Sağcı bir partinin politikalarından en fazla olumsuz etkilenecek olan sosyal sınıflar arasında bu partiye oy veren önemli bir kesimin nasıl olabildiği sorusuna yanıt arıyor. Büyük çoğunluğu mümin Hıristiyan olan bu “beyaz Amerikalı” grubunun siyasal aidiyetini esas olarak simgeler, değerler, ayrıcalığa mazhar bir toplumsal gruba –“gerçek Amerikalılar” – ait olma hissinin belirlediğine dayanıyor çıkardığı sonuç. Kısacası, iktisadi bir akılcılığın vardığı bir tercihin değil, endişelerin, ümitlerin, hayal kırıklıkları ve bir gurur arayışının karmasından oluşan bir duygu yoğunluğunun daha çok bu siyasal aidiyeti belirlediğine işaret ediyor Hochschild. Bunları derin hikâyeler olarak tanımlıyor. Bu hikâyeler, sağ siyasetçiler ve ideologlar tarafından harı canlı tutulan güçlü, yerleşik, bir kısmı kurucu olan simgesel yapılar, anlatılar. Siyasal hikâye üreticileri, siyasal-iktisadi toplu duruma bunları uyarlayıp, bunların karşısında “otantik halkın” rahatsız olduğu, endişe duyduğu olguları ve temaları tanımlayıp, bunları dile getirip, “izah” ediyorlar. Bunlara karşı sağduyu olarak algılanan basit çözümler öneriyor veya önerilmesine önayak oluyorlar. Dolayısıyla liberal ve sol siyasal gelenekte siyasetin esas olarak akılcı seçimlerin hakim olduğu bir alan olduğu varsayımına karşı, karışık ve birbiriyle çelişkili duyguların siyasal alanda hakim olabileceği gerçeği bir daha karşımıza çıkıyor.

Bu akılcı davranış varsayımının zorlandığı bir başka alan, müzakereci demokrasi. Bir konuda ihtilaf olduğunda, konuşarak, tartışarak, somut olayları ve verileri ele alarak bir uzlaşmaya varmaya dayanan müzakereci demokrasi, doğru ile yanlışı, gerçek ile yalanı tefrik etme konusunda taraflar arasında ortak bir zemin olduğunu kabul eder. Bu bir bakıma, ifade özgürlüğü ilkesinin de önkabulüdür. Bütün fikirlerin, en abartılı yalanlara, en uyduruk verilere, en akıldışı önerilere dayansalar da serbestçe ifade edilmeleri gerektiği kanaatinin dayanağı, yurttaşların gerçeğe ve akla uygun olanları ayırt edecekleri varsayımıdır. Ne var ki bu varsayımın geçmişte olduğu gibi günümüzde de tam tersinin geçerli olduğu geniş bir alan var. Artık başat bölümünü sosyal medyanın oluşturduğu kamusal fikir ve kanaat alanı, anlık tepkisel heyecanlara, inanmak istenilene uygun üretilmiş veri ve bilgilere, korku, nefret, hınç gibi duygulara hitap eden abartılmış veya uydurulmuş olguların çok hızla yayılabildiği ve bütün bunları harmanlayan siyasal kişiliklerin rahatlıkla at koşturduğu bir alan. Genel geçer bir ifadeyle popülist olarak nitelendirilen siyasetçiler, siyasal oluşumlar bu korku, hınç ve nefret üçlüsünden hareketle bir “biz” ve “onlar/düşmanlar” kampı yaratıp, kendisiyle bu “biz” arasında doğrudan bir aidiyet ilişkisi kurabiliyor. Koruyucusu olduğu etnik, dini veya kültürel kimliğin iç ve dış düşmanlar tarafından tehdit altında olduğu algısını besliyor. Böylece grup aidiyetini önceleyip, pekiştirerek, siyasal liderliğine rıza üretiyor.

Bu hakimiyet düzeneğini Netanyahu hakimiyeti altındaki İsrail örneğinde inceleyen Eva Illouz, Popülizmin Hisler Dünyası başlıklı kitabında otoriter popülist liderlerin hakimiyetlerini tiksinme, korku, kin ve vatan-millet sevgisi karışımından oluşan bir heyecan ve his dünyasını besleyip, canlı tutarak kurmaları ve sürdürmelerini inceliyor.[2] Bu karmaşık hislerin, taşkın heyecanların, yönlendirilmiş çıkar beklentilerinin birleşiminden oluşan toplumsal dinamiğin demokrasiyi nasıl içinden çürütüp, yıktığını gösteriyor.                 

Hisler ve heyecanlar politikası olarak tanımlanan bu siyasal söylem ve ondan türeyen politikalar bugün İsrail’de Netanyahu’da ve onunla ittifak içinde olan aşırı sağ Siyonist ve köktendinci parti liderlerinde, Hindistan başbakanı Modi’de, Macaristan başbakanı Orban’da ve elbette Türkiye’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında karşımıza çıkıyor. Hochschild’in kitabının başlığının Türkçedeki çağrışımı da zaten başlı başına anlamlı. Tayyip Erdoğan’ın ve onun gibi mukaddesatçı milliyetçiliğin kaynayan kazanında ideolojik formasyonunu almış kuşakların her fırsatta tekrar ettikleri Necip Fazıl üstatlarının “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” dizesidir bu. Gayet anlamlı bir zamanlamayla, Tayyip Erdoğan 28 Mayıs seçim zaferinin ardından, “Artık öz yurdumuzda garip değiliz, öz yurdumuzda parya hiç değiliz” diyerek, yirmi yıllık iktidarın sonunda “Necip Fazıl üstadın gösterdiği hedefe ulaştıklarını” ilan etti.  

Bu popülist duygular politikasının ürettiği anti-demokrasi dalgası, aynı zamanda neoliberalizmin genel güvencesizleştirme politikalarının travmasından beslenen güven, koruma, himaye ve ayrıcalık beklentilerine etnik-dini temelli bir yanıt vererek karşılıyor. Korkuyu kine doğru yöneltip, hem iç ve dış düşmanlardan korkan ve korktuğu kadar da kini pekişen kitlenin liderle özdeşleşmesine dayanan otoriter-otokratik duygular politikası günümüz toplumlarının çoğunda giderek silikleşen, hatta kaybolan ortak biz duygusunun yarattığı boşluğa sesleniyor. Bireyin aşırı ön plana çıktığı, başarının ve başarısızlığın, zenginlik ve yoksulluğun salt bireye özgü niteliklere indirgendiği, topluluk aidiyetlerinin, müştereklerin değersizleştirildiği post-modern tahayyül dünyasına karşı tepkiyi bugün etnik-dini kimliğin, aile değerlerinin, “hakiki milletin” savunusu temasıyla öne çıkan anti-demokrasi hareketleri ve onları peşinden sürükleyen “karizmatik” liderler kanalize ediyor. 

Bu yazı ilk kez 25 Haziran 2023’de Birikim dergisinde yayınlanmıṣtır.


[1] Stranger in Their Own Land: Anger and Mourning on the American Right, The New Press, 2016.

[2] The Emotional Life of Populism: How Fear, Disgust, Resentment, and Love Undermine Democracy, Polity Press, 2023. Eva Illouz ve Edgar Cabanas’ın, Mutlu Yurttaş İmalatı. Mutluluk Endüstrisi Hayatımızın Kontrolünü Nasıl Ele Geçirdi? başlıklı kitabının Türkçe çevirisi Temmuz 2023’de İletişim yayınları tarafından yayımlanacak.

Panthéon Sorbonne ve Galatasaray Üniversitelerinden emekli öğretim üyesi.

İlgili Makaleler


Son makaleler