Erdoğan’ın Eylül Sıkıntısı – Yavuz Aydın

Avrupa Konseyi’nde bir AİHM kararının uygulanmamasında ısrar etme nedeniyle hakkında “ihlal süreci” işleyen tek ülke de Türkiye.  İç hukuka ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bir şekilde yaklaşık 6 yıldır özgürlüğünden mahrum bırakılan Osman Kavala hakkındaki AİHM kararının uygulanmaması nedeniyle başlatılan “ihlal süreci”nin takibi kapsamında en sert uyarı da Haziran ayında Delegeler Komitesinden geldi. Bu uyarıda, Osman Kavala’nın Eylül ayına kadar serbest bırakılması gerektiği hatırlatılarak, Selahattin Demirtaş kararı nedeniyle ikinci bir ihlal prosedürünün daha başlatılabileceği vurgusu yapıldı.

Avrupa Konseyi, üye ülkelerdeki cezaevi nüfusuna dair verileri derlediği raporun güncellenmiş halini 26 Haziran’da yayınladı. Bu rapora göre Şubat 2022 itibariyle Türkiye cezaevlerinde 303 binin üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunmaktaydı. Bu rakam, Konsey üyesi 46 üye devletin cezaevleri toplam nüfusunun neredeyse üçte birine denk gelmekte.(1]

Ayni rapordaki verilere göre Avrupa Konseyi üyesi diğer 45 ülkenin tümünde terör suçlarından ceza alan ve cezası kesinleşen toplam 916 hükümlü varken, 2022 Türkiye’sinde bu rakam 27.654 idi. Yani Avrupa çapındaki “terorist” nüfusun %3’ünü diğer ülkeler paylaşırken, % 97’si Türkiye’deymiş (!)

Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre sadece 2016-2020 yılları arasında 265.000 kişi terör örgütüne üyelik suçlamasıyla hüküm giymiş. Bunların gurur duyulacak rakamlar olmadığı anlaşılmış olacak ki; Adalet Bakanlığı bu alandaki istatistikleri son 3 yıldır kamuoyuyla paylaşmıyor. Fakat Yargıtay’ın bu suçlara bakmakla görevli olan 3. Ceza Dairesinin heyet sayısının yakın zamanda üçten altıya çıkarıldığı da göz önüne alındığında, gelecek yıl yayınlanacak istatistiklerde “terör suçlusu” olarak cezası kesinleşmiş olacak kişi sayısının 100.000’i aşacağına kesin gözüyle bakılabilir.   

Ayni suçlama ile hakkında adli soruşturma başlatılan vatandaş sayısının Haziran 2022 itibariyle 2 milyonun üzerinde[2] olduğunu da hesaba katarsak, Erdoğan hükümetinin bu alanda rekorlara doğmayacağını söylemek kehanet olmaz.

Maalesef ülkemiz hanesine yazılacak “rekorlar”, bununla sınırlı değil. 2022 rakamlarına göre AİHM’e Türkiye’den giden  20.100 dosya var. Bu rakam, mahkemenin toplam iṣ yükünün %27’sine eşit. AİHM tarafından ihlal kararı verilen dosya sayısında da 3.458 dosyayla rekor yine bizde.

Avrupa Konseyi’nde bir AİHM kararının uygulanmamasında ısrar etme nedeniyle hakkında “ihlal süreci” işleyen tek ülke de Türkiye.  İç hukuka ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bir şekilde yaklaşık 6 yıldır özgürlüğünden mahrum bırakılan Osman Kavala hakkındaki AİHM kararının uygulanmaması nedeniyle başlatılan “ihlal süreci”nin takibi kapsamında en sert uyarı da Haziran ayında Delegeler Komitesinden geldi. Bu uyarıda, Osman Kavala’nın Eylül ayına kadar serbest bırakılması gerektiği hatırlatılarak, Selahattin Demirtaş kararı nedeniyle ikinci bir ihlal prosedürünün daha başlatılabileceği vurgusu yapıldı.

Mevcut ihlal süreci, Kavala’nın tutukluluk durumunun hukuksuz olduğunun tespit edildiği ve derhal serbest bırakılması gerektiğine dair 2019 yılında AİHM tarafından verilen kararın uygulanmaması nedeniyle 2021 yılı sonunda başlatılmıştı. Kavala ve Demirtaş dosyalarının en önemli ortak özelliği, AİHM’in her iki dosyada da 18. Madde ihlali tespit etmiş olması. Yani her iki dosyada da yargı mercilerinin siyasetin etkisi altında ve siyasi saiklerle karar verdiği tespit edilmişti. Ülkede yargı bağımsızlığından bahsedilemeyeceği anlamına gelen bu kararlar, AIHM tarihinde bu (18.) madde nedeniyle verilen toplam 18 kararın son ikisini teşkil ediyor. Diğer 16 kararın çoğu Rusya ve eski Doğu Blogu ülkeleri hakkında verilmiş kararlar ve bu denli ciddi ihlaller uzun süredir mahkeme önüne getirilmemiş. Bu yönüyle de konu sadece Kavala ya da Demirtaṣ özelinde ele alınma boyutunu çoktan asmış durumda.

Kavala kararına dair ihlal sürecinin tüm resmi prosedürlerinin tamamlandığı  2022 yılı Temmuz ayından bu yana –tabiri caizse-  bir tür oyalanma hali söz konusu. Bir yıldır artık Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin Dışişleri Bakanlarının, yani politikanın inisiyatifinde olan bu sürecin sonunda, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde (AKPM) oy hakkından mahrum edilme, Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması veya tamamen Konsey üyeliğinden çıkarılma gibi ciddi yaptırımlar var.

Ukrayna savaşının siyasi ve ekonomik ṣok dalgaları sürerken Türkiye’yi Rusya ve Asya bloǧuna iterek sahadaki denklemi dramatik şekilde değiştirme tehlikesi, Avrupa siyasetinin ṣu an en son isteyeceği şeylerden. Üzerine bir de milyonlarca Suriyeli ve Afgan göçmene Avrupa kapılarının açılması ve yeni bir göç dalgası karşısında Avrupa’da aşırı sağın önü alınamaz biçimde yükselmesi tehlikesi de reel politika bağlamında yadsınamayacak riskler arasında görünüyor. Tabii ki Erdoğan hükümeti de insan hakları ihlallerindeki cüretini bu tehdit politikasından alıyor.

Mevcut tabloda Avrupa siyaseti ve diplomasisi, Avrupa Konseyi’nin temelinin hukuk devleti ve insan haklarına saygı olduğu söylemi ile reel politika dayatmaları arasında sıkıṣmıṣ durumda.  Zira artık siyaset bilimi literatüründe “electoral autocracy” yani seçimlerin olduğu otokrasi olarak anılan Erdoğan iktidarına verilecek yanlış sinyal, otokratikleṣme eğiliminin olduğu birçok Balkan ve Doğu Avrupa ülkesinin yanında Fransa ve İtalya’da yükselen sağ popülizme de cesaret verecektir.

Hatırlanacağı üzere, Rusya’nın Ukrayna topraklarına ilk saldırılarını düzenlediği 2014 yılından Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki oy hakkından mahrum edilmesi sonrası Rusya el yükselterek, Konsey bütçesine sağladığı yıllık 32 milyon Euro tutarındaki katkıyı 2016 yılında kesmişti. Takip eden iki yılın sonunda, baṣını Fransa ve Almanya’nın çektiği bir blok, Rus halkını AİHM korumasından mahrum etmeme kılıfına büründürülmüş bir söylemle 2019 yılında Rusya’nın Konsey’deki statüsünü ve hak edilmemiş haklarını iade etmişti. Oysa bu kararın ne kadar yanlış olduğu, aradan üç yıl dahi geçmeden Ukrayna işgali sonrasında anlaşıldı ve bu kez Rusya’nın Konsey’den ayrılma iradesini işleme koymadan Rusya’yı ihraç etmek için zamana karşı bir yarış vermek zorunda kalındı.

Bu acı tecrübe ve jeopolitik dayatmalar karşısında Strazburg’un Türkiye hükümeti hakkında bundan sonra izleyeceği politika bu nedenle çok önemli. Zira Erdoğan’ın “tek adam” rejiminde özellikle 2016 sonrası sergilediği otokrasiden –bazı aydınlara göre totalitarizmden- geri adim atmayacağı ve geçtiğimiz Mayıs ayındaki seçimle de gitmediği artık görüldü.

Erdoğan’ın 28 Mayıs gecesi yaptığı balkon konuşması sırasında yığınlar tarafından dakikalarca “Selo’ya idam” sloganlarının atıldığı da görüldü. Bunun arka planında Erdoğan’ın defalarca yaptığı “53 vatandaşımızın ölümüne sebep olan bu insanları serbest bırakırsak şehitlerimiz bizden hesap sorar” propagandasının olduğu açık. Üstelik Demirtaş’ın tam da tahliye edileceği gün yapılan bu açıklamalar sonrası apar topar yeni bir soruşturma açılarak yeniden tutuklama yapıldığı ve yıllardır bu şekilde özgürlüğünün çalındığı unutulmadı.

Osman Kavala’yı şeytanlaştırmak için devletin bütçesi ve imkânları kullanılarak TRT ekranlarına taşınan dizinin de bu tek adam rejiminde sarayın onayı olmadan hazırlanamayacağı gün gibi aşikâr. Yani artık “bekle gör” politikasından bir fayda umulamayacağı; aksine, mevcut tepkisizlik durumunun Avrupa Konseyi’nin saygınlığı ve etkinliğine büyük bir tehdit hali aldığının anlaşılmış olması gerek.

Muhtemelen böyle bir farkındalık sonucunda “İnsan Haklarına bir Tehdit Olarak Uluslar ötesi Baskının Önlenmesi” kararı ve ekli raporu bu yüzden 23 Haziran’da AKPM Genel Kurulu’nda oylamaya sunuldu ve ezici çoğunlukla kabul edildi[3]. Bu raporda Türkiye hükümetinin  Avrupa topraklarında yaṣayan muhalif vatandaşlara baskı, tehdit ve kaçırma eylemlerine sıkça ve pervasızca başvurduğu açıkça ifade ediliyor. Ayrıca, dünya çapında uluslar ötesi baskı yöntemlerine en çok başvuran ülkeler olan Rusya, Çin, Mısır ve Tacikistan yanında Avrupa Konseyi üyesi bir ülke olarak Türkiye’nin de bulunmasının utanç sebebi olduğu belirtiliyor. Karar metninde ise, Konsey üyesi ülkelerin kendi topraklarında bu tür suçların bir başka devlet tarafından iṣlenmesine müsaade edilmemesi gerektiği, AİHM’in böyle durumlarda daha etkin ve kararlı tutum içinde olmasının beklendiği vurgulanıyor.

Strasburg yaza bu tartışmalarla girdi. Öyle görünüyor ki sonbahar daha da gerilimli başlayacak. Eylül ayında toplanacak Bakanlar Komitesi’nin Kavala dosyası nedeniyle başlatılan ihlal prosedürünün kaderini belirlemek adına son sözü söylemek için dosyayı Parlamenterler Komitesine havale etmesi ciddi bir ihtimal halini aldı. Alternatif ya da destekleyici bir adım olarak, ayni toplantıda bu kez Selahattin Demirtaṣ dosyası için de ayrı bir ihlal prosedürü başlatılması da başka bir ihtimal.

Sonuçta ilkelerin mi, kirli pazarlıklarla belirlenen politikaların mı kazanacağını hep birlikte göreceğiz.

Yavuz Aydın. Yargıç ve AB Daimi Temsilciliği Adalet Ataşesi olarak görev yaptı. Justice for Rule of Law Derneği kurucu üyesi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Exeter Üniversitesinde AB Hukuku alanında, Belçika ULB Üniversitesinde Karşılaştırmalı AB Çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı.

Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve Radar Gazete’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.


[1] https://wp.unil.ch/space/files/2023/06/230626_SPACE-I_2022_FinalReport.pdf

[2] PACE Motion for Resolution, Doc. No. 15572, 24 June 2022, Oppressions through antiterror legislation in Türkiye should stop, https://pace.coe.int/en/files/30189

[3] https://rm.coe.int/transnational-repression-as-a-growing-threat-to-the-rule-of-law-and-hu/1680ab5b07

Yazı işleri departmanı

İlgili Makaleler


Son makaleler