Seçimli otokrasiden çıkış kapısı aralık

Seçimli otokratik rejimden asgari demokratik bir düzene seçimler yoluyla geçilmesi potansiyeli bugün Türkiye’de var. Bu imkân kuvveden fiile dönüşmeden, muhalefetin seçimleri kazandığı ortaya çıkmadan önce otokrasiler iktidarı bırakmazlar iddiasını dile getirmek, Erdoğanizmin beslediği iç savaş algısına seçim olmadan teslim olmak anlamına gelebilir.

Otokratik bir rejimden seçimler yoluyla ve demokrasi yönünde çıkmanın mümkün olup olmadığı günümüzde çok tartışılıyor. 20. yüzyıl faşizmlerinden, tek parti diktatörlüklerinden, askeri veya sivil diktatörlüklerden farklı olarak, içinde bulunduğumuz yüzyılda anti-demokrasiler serbest katılımlı seçimler aracılığıyla iktidarlarını sürdürebiliyorlar. Seçimler aracılığıyla iktidara gelmeleri değil dikkat çekici olan. Son iki yüzyılın dünya siyasal tarihi serbest seçimle iktidara gelip, sonra seçimleri yürürlükten kaldıran veya tamamen göstermelik kılan diktatörlük örnekleriyle doludur. Günümüz otokratik-otoriter iktidarlarının çoğunu farklı kılan, düzenli aralıklarla yapılmaya devam edilen, kısmi bir serbestinin ve çok eşitsiz bir yarışmanın geçerli olduğu seçimler aracılığıyla iktidarda kalmaya devam etmeleridir. Bu nedenle seçimli otokrasiler kavramı günümüzde giderek daha fazla kullanılıyor.

Seçimli otokrasiyi iktidara seçimle gelen, dört yıl ülkeyi yönetip, seçimleri kaybedince Trump gibi ayak sürüyerek de olsa iktidarı terk etmek zorunda kalan, hatta Bolsonaro gibi ülkeyi de terk eden anti-demokrasi örneklerinden ayırmak gerekir. Bu iki örnek de rejimi değiştirme imkânı bulamadan, bir sistem kuramadan ama siyasal ve toplumsal yapıya son derece yıkıcı mayınlar döşeyerek ve seçimi kazanan rakiplerinin meşruiyetini tanımayarak iktidarı terk ettiler. Seçimleri büyük bir hezimetle değil, az bir oy farkıyla kaybettiler. İşledikleri iddia edilen yolsuzluklar ve yasalara aykırı işlemler hakkında gelecek seçime kadar haklarında dava açılıp, ceza almaları ihtimali var. Her şeye rağmen iktidara gelme kapısını kapatmadılar. Slovenya’da, Çek Cumhuriyeti’nde popülist-otoriter liderler de muhalefet ittifakı karşısında seçimleri kaybettiler ama bu ülkelerde de otoriter liderlikten otoriter rejime geçiş gerçekleşmemişti.

Buna karşılık, Macaristan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, iktidarda uzun süre ve tek başına kalan yönetimlerin zaman içinde yerleştirdikleri seçimli otokratik sistemlerde seçimler, sadece iktidarın el değiştirmesi değil, yerleştirdikleri siyasal-toplumsal sistemin de değişmesi anlamına geliyor. 2022 Nisan’ında Macaristan’da yapılan milletvekili seçimleri böyle bir değişime örnek olabilirdi. Ama 2010’dan beri iktidarda olan ve zaman içinde rejimi bir parlamenter otokrasiye dönüştüren Victor Orbán karşısında birleşen sağ ve sol muhalefet partilerinin kurduğu ittifak son seçimlerde sadece başarısız olmadı, beklenenden de düşük bir oy alarak, hezimete uğradı. Bu hezimetin iki nedeni vardı. Birincisi, muhalefet ittifakını oluşturan altı partinin örgütlediği ön seçimde merkez-sol adayların birbiriyle yarışması neticesinde aradan sıyrılan muhafazakâr-demokrat aday ittifakın seçmen çoğunluğunun beklentilerini karşılamıyordu. İkinci neden, ittifakın seçim kampanyasında ele aldığı neredeyse yegâne konunun Orbán’ın merkezinde olduğu devasa yolsuzluk düzeneğinin teşhiri ve eleştirisi olmasıydı. Bu iki nedene ilaveten, ırkçı aşırı sağ konumdan merkez sağa doğru hareket eden ve muhalefet ittifakına dahil olan Jobbik partisinin seçmenlerinin önemli bir kısmı ittifaka değil, ortaya çıkan ırkçı-faşizan söylem boşluğunu dolduran yeni aşırı sağ partiye oy verdiler. Orbán rejimi seçimden güçlenerek çıktı. Bugün Orbán’a karşı oyun çoğunlukta olduğu, Budapeşte başta olmak üzere göreli büyük kentlerdeki seçmenlerin bir kısmı, esas olarak genç seçmenler artık ülkeden ayrılma zamanının geldiğini düşünüyor.

14 Mayıs 2023’de Türkiye’de yapılacak cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri ve sonuçları, Macaristan’dan sonra bu açıdan ikinci büyük deneme olacak. Aynı zamanda hem bir siyasal rejim, hem bir iktisadi düzen ve hem bir toplumsal örgütlenme tarzı olarak siyasal sistem halini almış olan Erdoğanizm türü otokrasilerde iktidardaki gücün seçimi kaybetmesi, sadece iktidarın el değiştirmesi değil, onun yerleştirdiği kurumların, örgütlerin, toplumsal norm ve davranışların, değerlerin, ilişkilerin değişmesi potansiyelini taşıyor. Bu da seçimlere siyasal sistemin yandaşları ve karşıtları açısından bir varlık-yokluk mücadelesi niteliği veriyor. Otokratik iktidarın toplumu düşman kamplara bölme stratejisinin de beslediği bu toplumsal hal, kutuplaşma kavramının ifade ettiğinden çok daha derin bir tehdit algısından kaynaklanıyor. Kutuplaşma, ima ettiği fiziki olguda olduğu gibi, tarafların aynı manyetik alan üzerinde yer aldıklarını kabul eder. Örneğin siyasal alanda, demokratik kural ve ilkelerin ortak olarak kabulü bir demokratik kutuplaşma alanı yaratır. İktidarın el değiştirmesi, üzerinde ortak olunan o asgari demokratik alanda, serbest seçimlerin sonucu olarak gerçekleştiği için, iki taraf ve destekçileri açısından meşru kabul edilir. Buna karşılık bir ortak alanda yer almak için gerekli asgari kural ve ilkeleri, değerleri paylaşmayan taraflar bu anlamda kutuplaşmazlar. Aralarında aşılmaz bir yarılma vardır birbirlerini rakip değil, düşman olarak görürler. Karşı tarafı kendi varlıklarına yönelik hayati bir tehdit olarak değerlendirirler. Bu toplumsal yarılma, düşmanlaşarak bölünme ortamında yapılan göreli serbest katılımlı seçim, ufkunda bir fiziki çatışma ihtimalinin yer aldığı bir siyasal-toplumsal tahayyül barındırır. Seçim fiziki iç savaşa ikame olur, seçimin sonuçları neredeyse herkes için bir varlık-yokluk meselesi olarak algılanır.

Brezilya Analiz ve Planlama Merkezi’nin (CEBRAP) Başkanı Marcos Nobre, Lula ve Bolsonaro’nun ikinci tura kaldıkları o ara dönemde bunu açıkça ifade ediyordu: “Çok vahim bir durumdayız, başka araçlarla yürütülen bir iç savaş sanki söz konusu. İki tarafın askeri alanda yürüttükleri bir iç savaş yerine sanki siyasi alanda bir iç savaş yaşıyoruz. Bu çok uç bir durum.” Benzer bir değerlendirmeyi ABD’de Ohio Devlet Üniversitesinden Bruno Cabanes yapıyor. Trump dönemi ve sonrasını “az gürültülü iç savaş” olarak nitelendiriyor. Trump döneminde dört Amerikalıdan biri ailesinden veya yakınlarından biriyle ilişkiyi siyasi nedenlerle kesmiş. Trump ve Bolsonara iktidarı terk ettiler ama bu örtülü veya az gürültülü iç savaş halini beslemeye devam ediyorlar.

Türkiye’de yirmi üç yıldır iktidarda olan AKP/Erdoğan yönetimi altında ve son on yılda giderek artan bir hızla baskıcı, tahakkümcü bir otokrasiye dönüşen siyasal sistem açısından 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler iktidarın el değiştirmesinden çok daha kapsamlı bir dönüşüm potansiyeli taşıyor. Bu yüzden AKP-MHP ittifakına dayanarak ayakta kalan Erdoğanizmin yandaşları ve destekçileri, iktidar ne kadar yıpranmış olursa olsun, can havliyle oy verme eğilimindeler. Baskıcı, şirret bir iktidarın karşısında, bundan doğrudan veya dolaylı olarak rahatsız olan, kendisi ve çevresi için açık ve yakın bir tehlike olarak gören muhalifler için de seçim çoğu haklı nedenlerle benzer biçimde algılanıyor. Bu gerilimin somut ifadelerinden biri, Türkiye’de vekaletle veya mektupla oy kullanma hakkı olmamasına rağmen, seçimlerde katılımın son derece yüksek olmasıdır.  

Daha önceki seçimlere kıyasla önümüzdeki seçimi farklı kılan olgu, muhalefetin çok farklı parçalarının bugüne kadar Tayyip Erdoğan’ın seçimleri kazanmasını sağlayan etmenlerin en önde gelenini etkisiz kılacak bir adım atarak, toplumu etnik, mezhepsel, kültürel farklar üzerinden ayrıştırarak, düşman kamplara bölme stratejisini boşlukta bırakacak bir uzlaşmayı gerçekleştirmeleri oldu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyen siyasal hareketler, Türkiye’nin etnik, mezhepsel, kültürel farklarını en azından Erdoğanizm karşıtlığı etrafında birleştirmeyi başardı. Bunda elbette Erdoğanizmin iktisadi ve sosyal alanda yıpranmasının, ideolojik güç ve cazibesini büyük ölçüde kaybetmesinin de payı var. 6 Şubat depremi bir bakıma Erdoğanizmin bütün olumsuz yanlarını ve neden olduğu toplumsal yıkımı son sahnede bütün çıplaklığıyla ortaya döktü.

Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın önümüzdeki seçimi kaybetmesi ihtimali şimdilik yüksek gibi gözüküyor. Buna parlamentoda Cumhur İttifakı’nın azınlıkta kalması ihtimali ilave oluyor. Millet İttifakı ve Emek ve Özgürlük İttifakı milletvekillerinin toplamının anayasa değişikliği yapmaya yetecek bir çoğunluğa erişmeyi sağlayacak seçim bölgesi stratejileri geliştirilmesinin önemi artıyor.

Gerçekleşmeleri ihtimali dahilinde olan bu beklentiler karşısında birçok kişi, Erdoğan ve taraftarları seçimi kaybetmeyi kabul ederler mi sorusunu soruyor. Yanıtını bugün kimsenin veremeyeceği ve buna karşı önlem almanın bugün mümkün olmadığı bu soruyu bugün sormanın bir yararı yok. Azami seçim güvenliği için sandıkları korumak, seçim sonuçlarının seçmenlerin kullandıkları oyu ifade etmesini sağlamak ve seçimleri kazanmak için daha fazla ne yapılabilir soruları bugün anlamlıdır. Seçimli otokratik rejimden asgari demokratik bir düzene seçimler yoluyla geçilmesi potansiyeli bugün Türkiye’de var. Bu imkân kuvveden fiile dönüşmeden, muhalefetin seçimleri kazandığı ortaya çıkmadan önce otokrasiler iktidarı bırakmazlar iddiasını dile getirmek, Erdoğanizmin beslediği iç savaş algısına seçim olmadan teslim olmak anlamına gelebilir. Halbuki asgari demokratik bir toplumsal-siyasal ortama seçimler yoluyla barış içinde geçiş, her şeyden önce, Erdoğanizm karşıtı muhalefetin bu iç savaş algısının toplumsal tahayyül içindeki hükümranlığını şimdiden kırmasıyla mümkün olacaktır.      

Panthéon Sorbonne ve Galatasaray Üniversitelerinden emekli öğretim üyesi.

İlgili Makaleler


Son makaleler