Atiye dizisi neyi anlatmıyor?

Kadın bedenine nesillerdir yüklenen, üstü saklı hatırlanan ve aktarılan tarihî travmalar son 15 yılda Türkiye ve Yakın Doğu hafızasını nihayet cinsiyetli bakış açısı ile inceleyen akademisyenler tarafından ele alınıyor. Bunun yanında kadın mücadelesi hak ettiği yeri almaya, kendini dinletmeye başlıyor. Nihayet bu topraklarda yaşamış, sürülmüş, yok edilmiş birçok kültürün cinsiyetli hafızasının hem edebiyat, hem görsel hem de sahne sanatlarında su yüzüne çıkmaya başladığını görüyoruz.

Bu hafızanın yüze çıkması tabii ki bedelsiz değil. Yavaş yavaş tutucu kesimler dışında inkârı zorlaşan Ermeni ve Kürt meseleleri, beraberinde Rum, Yahudi toplumlarının, bugün hepsi göçmüş olan Keldanilerin, hala Mardin ve etrafında yaşayan Süryanilerin de Cumhuriyet destanının kör edici duvağının altında yaşadıklarını hatırlatıyor.

Bu bağlamda Netflix dizilerinin katkısı tebrik edilmeye değer. İstanbul’un Türkleştirilme öncesindeki renkleri ve bu renklerin nasıl “gittiklerini” anlatan Kulüp dizisinin, bu travmaların ukdelerini içlerinde nesillerce taşımış olan ve dünyanın dört bir yanına saçılmış  eski komşularımız için ne kadar önemli olduğunu köşe yazılarından ve sosyal medyadaki yorumlarından öğrendik.

Öte yandan Bir başkadır dizisi ülkenin batısından doğusuna ne büyük bir ikiyüzlülük içerisinde, basitleştirilmiş ve banalleştirilmiş kalıplarda yaşadığımızı, işe yaramayan ilkelerin yarattığı farklı sosyal, ekonomik ve etnik sınıflar arasındaki korkunç uçurumu anlattı bize. Bu dizinin de, özellikle bahsi geçen sosyal ve etnik sınıflar içerisinde mücadele vermiş Türk ve Kürt diasporasına nasıl bir nefes olduğunu, burada Paris’te konuştuğum izleyicilerde gördüm.

Ancak bugün değinmek istediğim Netflix dizisi, bir “kadın” ve “spiritüalite” dizisi, Atiye. Türkiye’nin orta ve üst sınıflarının özellikle kadınlarının son senelerde yaşam zorluklarına göğüs germek üzere başvurdukları spiritüel pratikleri konu ederek yazılmış. Yoga  dersi almak on beş sene önceye kadar oldukça lükstü İstanbul’da. Yoga,  Türkiye’ye girdiği  ve bir tüketim maddesine dönüştüğü son yirmi sene boyunca giderek daha geniş bir ekonomik sınıfa yayılabildi. Refah seviyesi yüksek olanların yanında, özellikle çalışan modern kadınlara nefes oldu. Türkiye’nin hemen her çalışma alanında, zihinleri de bedenleri de ağır hastalanana , bitap düşene kadar kullanılan çalışan  kadınlar için önemli bir şifa kaynağı yoga. Bu konuda yine Netflix’in Uysallar dizisi, beyaz yakalı kadınların Türkiye’deki cinsiyetçi ve kadın düşmanı iş kültürünün içinde onlardan beklenen “şıkır şıkır”lılıkları arkasında ne kadar fiziksel ve psikolojik baskılar yaşadıklarını aktarıyor bize.  Çoğu kadının bu yüzden yogiliğe doğru döndüğünü, şifa aradığını belirtmek gerekir. Çoğunluğu kadın ve Türkiye standartlarına göre ayrıcalıklı sayabileceğimiz bu zümre, hem eğitimli, hem de bedenleri, ruhları ve zihinleri ile uyumlu yaşama arzusuna sahip insanlardan oluşmaktadır. Spiritüel pratikler onları acımasız iş ya da işsizlik ortamında iyileştiriyor. Türkiye şartlarında spiritüel pratiklerin şifa potansiyelinin ötesinde çok iyi bir satış aracı olduğu da kesin. Bu yazı daha çok şifa pratiklerinin bu sınıfa hitaben ana akım bir dizi yapmak amacıyla altının nasıl boşaltıldığı ile ilgilidir.

Atiye bu kültürün içinden gelen bir yazarın, bu topraklara dair mistiği alet edip hikayeleştirerek yazdığı Dünyanın uyanışı kitabının kahramanı. Yazarı Şengül Boybaş kendini “İnsanların hayatına dokunmayı seven, yeni şeyler öğrenmekten keyif alan tutkulu bir araştırmacı ve danışmanım” sözleriyle tanıtıyor. Ruhsal koçluk, astrolojik danışmanlık, genetik şifalanma yani “spiritüelizmle ilgili herşey” ile ilgili ve bilgili olduğunu beyan ediyor. Ne yazık ki yazdığı kitap spiritüalizmi araç etmekle kalmıyor, bu topraklara dair politik, ırksal ve cinsiyetçi yaraları da araçsallaştırıyor. Dizi Nuran Evren Şit (aynı zamanda Zeytin ağacı dizisinin de senaristi) ve Kulüp dizisinin yazarlarından Ayşin Akbulut tarafından uyarlanmış.

Atiye İstanbul’da güzel sanatlar okumuş, çok zengin bir iş adamının oğlu ile çıkan “aşırılığa kaçmadan özgür” bir kadın. Küçüklüğünden beri çizdiği gizemli bir sembolü Göbeklitepe’de arkeolog Erhan keşfediyor. Bu sembolün peşinde çıktığı yolda anneannesi olan yaşlı kadın ile tanışıyor. Bu yaşlı kadının yüzünde Arap ve Kürt kabile kadınlarının yüzünde olan dak dövmeleri var. Fistan, kemer ve mor üzerine beyaz işlemeli, Mardin’in şalcılarında Süryani şalı ya da örtüsü diye sattıkları örtü var üstünde. Bu anneanne bir Güneydoğu Anadolu fantezisi. Kürt, Arap, Süryani, Müslüman, Hristiyan karışımı melez bir ürün. Böylelikle ne Kürt ne Ermeni demeden, ne de bu iki topluluğun bu coğrafyada yaşadıklarının sorumluluğunu almadan, Güneydoğu Anadolu’ya göz kırpıyor dizi. Varlıklarını, yokluklarını ya da hak mücadelelerini tanımadan, yüzeydeki, bir nevi turistik eşyalarda bulunan işaretleri karakterleştiriyor.
Atiye gibi Avrupai bir zümrenin içinde büyümüş bir genç kadının kökeninin Türkiye’nin “öteki”lerinden olması zengin bir hikayeye dönüşebilecekse de, dizinin devamında doğunun yüceltilirken aşağılandığı bir yere gidiyor olması üzücü. “Doğu”, “batılı” tarafından keşfedildiğinden beri olduğu gibi, burada da aklı değil bedeni, hatta alt bedeni ve “kadının gücü” aracılığıyla doğurgan, yani arkaik bedeni simgeliyor anneanne. Yazarın çizdiği bu oryantalist çerçevede, Urfa ya da Göbeklitepe etrafındaki “halk” her ekrana geldiğinde Göbeklitepe’nin kazılmasına karşı gelen, “cahil insanlar”, ya da Batılı arkeoloğu “gizem”i yeryüzüne çıkardığı için linç edenler olarak tanıtılıyor. Anneanneden başka alnında yıldız olan ve yol gösteren gizemli kız çocuğu da bir nevi dilsiz, Kürtçe sadece “tu ki yi?” (Sen kimsin) diyor. Kürtçe’yi tanırken aynı zamanda dilsizliği ile de karşılaşıyoruz. İkinci sezonda “oralı” kadınlar da dile geldiklerinde, bu kız çocuğunun ilahi varlığına inanan köylü, kamyonet arkasında taşınan kadınlar olarak karşımıza çıkıyorlar. En vahimi sanırım kadınların bir ağaç altında, yarı türkü, yarı ağıt yakarken kullandıkları melodileri “doğu sesine”  işaret ederken, sözlerinin Türkçe olması. Tabii doğunun bize dokunan hikayelerini anlatırken bu tür sansür/ayarlamalar ve kültürel sahiplenmeler ilk değil. Türk sinemasında Kürt/Doğu hayaletini işlemiş olan Sebahattin Şen’in Gemideki hayalet kitabı Türkiye sinemasının doğuya oryantalist bakışını film analizleriyle sunuyor. Ancak Atiye bilinçli ya da bilinçsiz olarak kültürel sahiplenme ve araçsallaştırmanın ötesine geçiyor ve bu topraklara dair yakın tarihin travmalarını satılığa çıkarıyor.

Dizi ilerledikçe kadim bilginin Hristiyan bir aileden geldiğini, bu ailenin bu bilgi yüzünden katledildiğini, aileden geriye kalan kız çocuğunun da o günden beri dilini ve kültürünü saklayarak yaşadığını öğreniyoruz. Tanıdık geldi mi? Bu kız çocuğu Atiye’nin annesi ve nesillerce aktarılan kendisinde ve kızında da bulunduğunu bildiği bu kadim bilgiyi ve şifacılığı reddediyor. Bunlar yokmuş gibi davranıyor. Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin’in bölgede yaptıkları çalışmalarda topladıkları tanıklıkların yer aldığı  Torunlar başlıklı kitap bize Güneydoğu Anadolu bölgesinde her ailenin bir büyükannesinin, büyük teyzesinin, ya da, daha az sıklıkla bir erkek akrabanın, gizlenmiş, himaye altına alınmış  ya da  kaçırılmış ve dini değiştirilmiş bir Ermeni olduğunu gösteriyor. Ermeni soykırımı yıllarında ailelerin içine alınmış, ya emanet edilmiş, ya da kaçırılmış kız çocukları, tarihsel bir arketipe işaret eder bu topraklarda. Yazarın son yüzyılı atlayarak 13.000 sene öncesinin bilgisini mistifikasyon aracılığı ile kamufle etmesi ne kadar bilinçlidir bilemiyorum. Ancak bu topraklardan sürülen Ermenilerden beri evlerin, tarlaların, yıkık kiliselerin günümüze kadar hazine arama mekânları olduğunu, daha da ötesi, toprağın altında, kuytuda saklanan “gizemli” bir bilginin bu topraklarda hâlâ hortladığını biliyorum. Bu hortlakları kolektif bir hafızaya bağlamadan, hatta toplumsal bir alt bilince işaret ettiğini düşünmeden edemiyorum. Buradaki sorun bu travmaların yarattığı toplumsal endişeyi 13.000 sene öncesine bağlayarak üzerinden kâr elde etmek.

Yazarın turist olarak gezdiği yerler neredeyse belli. Mardin’e dair birçok imge araçsallaştırılmış,  altı kazılarak yüzeysel ve tüketilebilecek bir ürün haline getirilmiş. Mesela Mardin’in turistik dükkanlarındaki Şahmaran’ları… Yedi başlı yılan vücudunda ilk bilge kadın, yani ölümsüzlük şifasını bilen, hatta bedeninde içeren Şahmaran  ile Atiye özdeşleşiyor. “Şahmaranlık” anneden kıza geçen bir miras bu dizide. Bölge ve masal denildiğinde en satılmaya açık masal Şahmaran.  PKK ile kısa süren barış süreci sırasında, Mardin’in büyükşehir olma sürecinde turizm projeleri geliştirilirken öne çıkarılan turistik nesnelerden biri de camaltı Şahmaran eserleridir. Ancak Mardin’in turist olarak gidilemeyecek köylerinde kadınlar tığla işlerler Şahmaran’ı. Şahmaran masalı kadınlar için çok ilham verici, güç vericidir. Kişisel gelişim koçluğu için biçilmiş kaftandır.  Yeraltında yaşayan bu yaratık yine Anadolu’nun gizem ve bilgisine sahiptir. Ama hangi bilgi?

Atiye dizisi,  Mardin’den Nemrut dağına, Kapadokya’ya kadar uzatıyor hikayesini, Anadolu’nun yeraltı kanalları, zaman dilimleri ve kuantum teorisini de içine katıyor. Şahmaran ile birlikte yer altındaki mor taşlara, “maden”e işaret ediyor. Bu toprakların halklarına danışılmadan yapılan kazılar, aranan madenler, inşa edilen barajlar ve termik santrallerle birlikte toprağı sorumsuzca manipüle eden şirketlere ve kâr sahiplerine işaret ediyor gibi. Ancak bu sömürünün en büyük ortağı Türkiye devletine dair hiçbir atıf yok. Yani olup biten tüm bu gizemler üst yöneticilerden ve politikadan tamamen bağımsız gelişiyor. Sanırım kurmaca fantastik bir dizi için bu anlaşılabilir. Ancak bir diğer göndermeye dikkat çekmek gerekir. Dizide Türk devlet otoritesini temsil eden yegane karakter Atiye’nin babası. Yani “iyi kalpli polis”, komiser. Esrarengiz bir şekilde çok yüksek bir hayat seviyesinde yaşayan ve rasyonel karakterine rağmen kadınların yanında duran yürekli adamı temsil ediyor. Kürt kadınlarının, Ermeni, Süryani kadınların imgelerini, hikâyelerini, acı deneyimlerini, kimlik temelindeki devlet kültürünün yarattığı toplumsal travmalarımızı araçlaştırdıktan sonra, tüm bu travmaların sorumlusu olan Türk milliyetçiliğinin en görünür ürünü olan polisin iyi kalpli bir adam olması acaba bir anlatı stratejisi mi? Polisin kişisel, insanî karar verme özgürlüğüne işaret etmesi bir davranış modeli önerisi olabilir mi? Yine de polisin bu ülkenin, özellikle isyan eden kadınlara karşı uyguladığı şiddeti hatırlatmak isterim.

Netflix kadar yaygın bir ürünün Türkiye’nin çok önemli bir seçmen kesimine hitap ettiğini düşünürsek, yazarın ülkenin üzerinde oturduğu ve sadece geçmiş asırda birçok komşumuzu kaybetmemize sebep olmuş olayları apolitik bir spiritüellik anlatısıyla çerçevelemesi çok yazık değil mi? Spiritüel pratiklerin tüm politik farkındalığı etkisizleştirmesi şifanın tam de tersi değil mi?

Yaralıyız, ama yaralarımız bugünden, 5-10 yıldan, birkaç düzine yıldan, bir asırdan beri süregelen bir devlet şiddetinden ve inkârcılıktan kaynaklanıyor. Kendini spiritüel pratiklerle mağaraya kapatmayı teşvik etmek her ne kadar izleyiciyi var olan sorunlardan uzaklaştırsa da, aynı zamanda onu hasta etmek de değil mi?


Nilüfer Ovalıoğlu Gros İstanbul’lu bir tiyatro sanatçısı ve performans araştırmacısıdır. New York, Londra, İstanbul, Mardin ve Paris’te sürdürdüğü sanatsal ve akademik kariyeri boyunca tiyatro ve performans eserleri yazdı, sahneledi uluslararası festivallere katıldı ve uluslararası akademik yayınlar yaptı. 2017’den beri Fransa’da cinsiyet çalışmaları, tarih, jeopolitik, performans ve hafıza çalışmaları ışığında sanatsal araştırmalarını sürdürüyor. 2013’de Mardin’de kurduğu tiyatro kumpanyası ile başlayan tanıklık tiyatrosu yaratıları, Yakın Doğu ve Mezopotamya tarihinin cinsiyetli hafızasını ses ve beden ile araştırdığı sanatsal doktora araştırmasına dönüştü. Halen Paris Yüksek Konservatuvarında, arşiv ve saha çalışmalarında topladığı ağıt, türkü, masal, mit ve tanıklıklar üzerinden şiddetin hafızası ve cinsiyetli başkaldırı  üzerine çalışıyor. 

Sanatçı ve araştırmacı. Nilüfer Ovalıoğlu Gros İstanbul’lu bir tiyatro sanatçısı ve performans araştırmacısıdır. New York, Londra, İstanbul, Mardin ve Paris’te sürdürdüğü sanatsal ve akademik kariyeri boyunca tiyatro ve performans eserleri yazdı, sahneledi uluslarası festivallere katıldı ve uluslararası akademik yayınlar yaptı. 2017’den beri Fransa’da cinsiyet çalışmaları, tarih, jeopolitik, performans ve hafıza çalışmaları ışığında sanatsal araştırmalarını sürdürüyor. 2013’de Mardin’de kurduğu tiyatro kumpanyası ile başlayan tanıklık tiyatrosu yaratıları, Yakındoğu ve Mezopotamya tarihinin cinsiyetli hafızasını ses ve beden ile araştırdığı sanatsal doktora araştırmasına dönüştü. Halen Paris Yüksek Konservatuvarında, arşiv ve saha çalışmalarında topladığı ağıt, türkü, masal, mit ve tanıklıklar üzerinden şiddetin hafızası ve cinsiyetli başkaldırı  üzerine çalışıyor.

İlgili Makaleler


Son makaleler