Muhafazakar kodların sunduğu şehvet

Dış politikanın yönelimleri, topluma sinmiş kodlardan bağımsız olarak anlamlandırabilir mi? Ülkenin kendini konumlandırdığı dostluk ve düşmanlık ağlarını belirleyen tercihleri basitçe bir liderin ihtiras ya da hassasiyetlerine indirgemek yanıltıcı olabilir.

Liderlerin radikal tercihleri yüzeysel bir okuma ile eskiden “sapma” olarak değerlendirilebilir. Fakat sistemin kendi içinde koruma mekanizmaları olarak barındırdığı eksenler arasında makas değişiklikleri bu türden dönüşümlere izin verebiliyor. Haliyle bunu “kopuş” olarak gören çıkarımların yeniden değerlendirilmesi zorunluluk haline geliyor.

“Devlette devamlılık esastır” hikâyesini unutkanlığı önleyecek bir ihtar olarak akılda tutmak bu türden okumaları kolaylaştırabilir. Sistemin meşruiyet devşirdiği toplumu kendi elleriyle yoğurup şekillendirdiği uzun bir tarihsellik söz konusu. O yüzden muhafazakâr kodlar kurucu iradelerin öncelikleri, tercihleri ve tecrübelerinin toplumsal dokuya aktarılmış bir değerler toplamına tekabül ediyor.

Dış politikada AKP dönemine dair değerlendirmelerde her şey ısrarla “eski ve yeni Türkiye” ayrımına sıkıştırılıyor. Kurumsallaşmadan uzaklaşıldığı için fetihçi anlayış devleti esir aldı. “Monşerler diplomasisi” diye yerilen Dışişleri ekibinin geri plana itilmesinden kaynaklanan bir savrulma yaşandı. Ve bu sapmaların önündeki fren mekanizmaları devre dışı bırakıldı. Bu üç tespit nokta atışları olarak öne çıkartılabilir. Fakat bunlar AKP dönemini anlamak için doğru çıkış noktaları olsa da aynı zamanda eskiyi aklamada ve yüceltmede kullanılıyor.

Muhafazakâr, milliyetçi ve devletçi tonlarla geleneğe yedirilmiş belli tezatlar var. Bunlar arasında kolayca içselleştirilen gidiş- gelişler yaşanıyor. İktidara doğrudan ya da dolaylı olarak payanda olan milliyetçi kolonlar bir kenara ana muhalefet partisi CHP, itiraz ettiği dış politika başlıklarında esasen geleneğin kodlarıyla konuşuyor. Kurumlara atfettiği önem, çok yerdiği müdahaleciliği kategorik olarak reddetmiyor. Ana muhalefetin Ekim 2021’e kadar sınır ötesi askeri harekatlara yasal kılık olarak kullanılan tezkerelere verdiği onay devletin hassasiyetleri ve önceliklerine dayandırılıyor. İtirazların genelde müdahaleciliğin şekli, ortaklıkta seçilen aktörler ve kullanılan dile yönelik olduğu söylenebilir.

İç siyaseti dizayn etmede de işlevsellik kazanan “sınırların ötesindeki müdahalecilik” pek çok yönüyle hem devletin iç organları hem de siyasetin merkezi unsurlarından destek buluyor.

AKP’nin meşruiyet sorununu çözen ama samimiyetsiz ve başarısız bir girişim olarak kalan Avrupa Birliği’ne üyelik serencamı ayrı bir kefede tutulursa bu dönemin en sarsıcı dış politika iddiası alt emperyal hevesleri köpürten Arap Baharı türbülansıyla başladı.

Bu süreçte Libya ve Suriye’ye müdahaleler siyasetin zihinsel kodlarında küllenmiş ‘Osmanlıcılık’ heveslerine tutunuyordu. Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de bir noktadan sonra müdahalelere meşruiyet devşirmek için karşıtlık öznesi olarak Kürt fobisi başarılı bir şekilde kullanıldı. Geleneği yıktığı düşünülen AKP, gelenekteki başka bir kodla muhalefeti hizalıyordu.

İktidarın Müslüman Kardeşler kuşağına yatırım yapması da yerleşik bürokrasinin alışkanlıklarının dışına çıkmak olarak algılandı. Fakat Orta Doğu’da Türk hükümetlerinin oluşturduğu izlek bize aksini söylüyor.
2003’teki Irak işgali Misak-ı Milli sınırlarına dönme hayallerini yeniden canlandırmıştı. AKP’nin işgale ortaklık için getirdiği tezkerenin Meclis’te reddedilmesi gelenekte bir ters köşeydi ama geçiciydi. Adnan Menderes hükümeti, Mısır-Suriye Ortak Devlet projesine karşı Suriye’ye; General Kasım’ın Irak-Ürdün ortak devlet planına karşı darbeyle iktidara geldiği Irak’a; Cumhurbaşkanı Kamil Şamun’un çağrısı üzerine Lübnan’a askeri müdahalede bulunmanın eşiğinden dönmüştü.

1955’te İran, Türkiye ve Pakistan’la kurulan Bağdat Paktı’nın Arap ayağını oluşturmak ve Cemal Abdunnasır liderliğindeki Mısır’ın etkisini kurmak için Ürdün ve Lübnan’a el atan Demokrat Parti iktidarıydı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar 1958’de Lübnan ve Ürdün’ü kapsayan ziyaret sırasında Doğu Kudüs’e gittiğinde “Türkiye’nin sınırları buradan başlar” diyordu. AKP de bu retoriği farklı bir üslupla tekrarlıyordu. AKP, Irak’ta işgal sürecinde ABD ile politikalarını ortaklaştırmaya çalışırken sadece Menderes’in müdahaleciliğini örnek almıyor aynı zamanda eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ayak izlerinden gidiyordu.

Özal, ABD ile birlikte Irak diktatörü Saddam Hüseyin’i devirdikten sonra Musul ve Kerkük’e Türkiye’ye katmak için Kürdistan bölgesini Türkiye’ye federatif bir modelle katmayı hayal ediyordu. Özal, Kürt liderler Mesut Barzani ve Celal Talabani’den bu planı Amerikan yönetimiyle paylaşıp tepkilerini almalarını istemişti.

Müslüman Kardeşler kuşağı ile işbirliği de AKP’den çok önceki hükümetler döneminde devletin sicilinde yer alıyor. 1977-1982 arasında Suriye’de Baas Partisi iktidarına karşı Müslüman Kardeşler eliyle silahlı isyan yürütme projesinde Türkiye ABD, Britanya, İsrail, Ürdün, Irak ve Suudi Arabistan’ın yer aldığı koalisyondaydı. 2011’deki isyan sürecinde Türkiye koalisyonda ‘koç başı’ olma misyonunu üstlendiğinde bu tarihin tekerrürü olarak da ele alınabilirdi.

Müslüman Kardeşler’le aynı dili konuştukları için AKP’nin bu izlekteki sicili daha İslamcı bir retoriğe büründü. Ama özünde rejim değiştirme adına 2011 müdahalesi, 1977-1982 müdahalesinin güncellenmiş haliydi. TSK, MİT ve Dışişleri bürokrasisi dahil kurumsal yapılar ve elbette monşerler her iki süreçte de işin içindeydi. Orta Doğu’daki Amerikan müdahalelerine yönelik ABD Dışişleri ve Pentagon’dan gelen bürokratik itirazın onda birinin Türkiye’de AKP’nin Yeni Osmanlıcılık dalgasına karşı yükselmediğini not etmemiz gerekiyor.

Irak’a Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) tırmanışa geçtiği süreçte Şiilere karşı Sünni alternatifi besleme, Libya’da NATO müdahalesine merkezi üs olma, Suriye’de önce “diplomatik çekilme” ve ardından “silahlı angajmanda” devletin sivil ve askeri bürokrasisi müdahalelerin tam orta yerindeydi. Libya’ya müdahaleye cazibe ve meşruiyet kazandırmak için “Mavi Vatan” kavramını siyasi projeye dönüştüren “ulusalcı seküler” kanat ile Müslüman Kardeşler’i araçsallaştıran “siyasal İslamcı” kliğin niyet ve hedefleri örtüşüyor.

Bu örtüşmenin kodları çözülmeden sivil siyaset anlayışını dış politikaya transfer etmek zor. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” parolasının kara delikleri işte bu hybrid ortaklık ya da bütünleşmenin üzerinde şekilleniyor.

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.

İlgili Makaleler


Son makaleler