Cezire’nin Türkiye ve Suriye Üzerindeki Uzun Gölgesi – Samuel Dolbee | MERIP

“Cezire çölünün Kürtlerden ziyade Araplara ev sahipliği yapması gerektiği hissiyle, siyasi ve çevresel uyum hayali cazibesini koruyor.” Middle East Report dergisinin 2022 kış sayısı için Samuel Dolbee tarafından kaleme alınan makalenin İngilizce orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.

Eylül 2019’da Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler’e Suriye’nin kuzeyinde Fırat’ın doğusunda bir güvenlik bölgesi oluşturması çağrısında bulundu. Bu hattın güneye, Rakka ve Deyrizor’a kadar uzanması halinde sadece Türkiye’den değil Avrupa’dan da yaklaşık 3 milyon Suriyeli mültecinin yerleştirilebileceğini öne sürdü. Ertesi ay Amerikan güçleri Suriye’nin kuzeyindeki bazı bölgelerden çekildi ve “Barış Pınarı” adı verilen Türk askeri işgali başladı. Ekim ayı sonlarında devlet haber ajansı TRT, Erdoğan’ın Suriye’nin kuzeyindeki operasyon haritasının yanında yaptığı konuşmaya yer verdi. Cumhurbaşkanı Arapların oraya ait olduğunu, Kürtlerin ise olmadığını, çünkü oranın bir çöl olduğunu savundu.
Bu açıklama, aralarında Arap olmanın çölle ne ilgisi olduğu gibi soruların da bulunduğu birçok soruyu beraberinde getirdi. Kuzey Suriye -kuşkusuz kurak ama aynı zamanda tarımsal açıdan en verimli Suriye toprakları- gerçekten bir çöl mü? Ve bu topraklar Türkiye sınırının hemen kuzeyindeki bölgeden o kadar da farklı mı? Ancak bu baş döndürücü çarpıtmaların arkasında açık bir amaç vardı: Türkiye’deki Suriyeli mültecileri geri göndermek ve aynı zamanda Türkiye’nin Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile tehlikeli bir şekilde yakın olduğunu düşündüğü Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni (Rojava olarak da bilinir) etkisiz hale getirmek.

Erdoğan, çöle, çevreye ve sınırlara atıfta bulunarak, belki de farkında olmadan, Türkiye’nin Kuzey Suriye’de devam eden işgalini bu sınırları içeren çok daha uzun bir mirasa bağlıyordu. Arapça’da “ada” ya da “yarımada” anlamına gelen Cezire olarak da bilinen ve Anadolu platosunun eteklerinde Dicle ile Fırat arasında uzanan bu kurak ama bereketli alan, tarih boyunca Suriye’nin kuzeydoğusu, Türkiye’nin güneydoğusu ve Irak’ın kuzeybatısındaki hareketli insanlara ev sahipliği yapmıştır. Göçebe yerleşim seferleri, Ermeni soykırımı ve Osmanlı sonrası sınırlar arasında bölge sadece bir merkez ya da çevre değil, aynı anda her ikisiydi.

Bölgeyi ve çöl ortamını daha iyi kapsayacak sınırlar çizmek için tekrarlanan çabalar -çevreyi olduğu gibi bir merkez olarak yeniden konumlandırmak- aslında yeni çeperler kurma ve bölgedeki hareketli insanlar için yeni açıklıklar sağlama etkisi yarattı. Merkez ve çevre arasındaki bu gidip gelmelerde Cezire, bugüne kadar daha geniş bir bölgeye musallat olan bir gölge coğrafya olarak varlığını sürdürdü.

Reformun Doğası

Tanzimat olarak bilinen on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı reformları, bir toprak kanununun yanı sıra yeni taşra yönetimi yapılarını da içeren geniş kapsamlı değişikliklerle topraktan devlet kasasına giden yolu açmaya çalışmıştır. Bu süreçler, dışarıdan yabancı tecavüzü ve içeriden milliyetçi ajitasyonun yaşandığı bir dönemde gerçekleşti. Aynı zamanda imparatorluk, Rusya İmparatorluğu sınırlarında ve Balkanlar’da etnik temizlikten kaçan çeşitli etnik kökenlerden yüz binlerce Müslüman mülteciye ev sahipliği yapıyordu.

Bu bağlamda Cezire, hem ekimi genişletmek hem de mültecileri yerleştirmek için olası bir çözüm olarak ortaya çıktı. Hem kuru hem de potansiyel olarak verimli bir ortam olan Cezire, geçmişte geniş çaplı ekime ev sahipliği yapmıştı. Bölgenin her yerinde, tell olarak bilinen höyükler (eski tarımsal bolluk kalıntıları üzerindeki toprak birikintileri) arazinin önceki kullanımını kanıtlıyordu. Bu geçmiş yerleşimlerin zamanında Cezire, örneğin ortaçağ Müslüman coğrafyalarında Irak ve Mısır gibi daha tanıdık yer adlarının yanında yer alan, iyi bilinen bir coğrafi birim olmuştur.

1860’ların sonlarına gelindiğinde, Halep, Diyarbekir ve Bağdat vilayetleri arasında bölünen alanla birlikte, Osmanlı yönetiminin bir birimi olarak adı gerilemişti. Bu sınırların ötesinde, Arapça ve Kürtçe konuşan çobanlardan oluşan büyük nüfuslar bölgenin zengin otları üzerinde koyun ve deve yetiştiriyor ve eteklerindeki şehirlerde tüccarlarla ticaret yapıyordu. O halde Cezire, bölünmüş bir bağlantı alanıydı. Ticaret ve göçebe çobanlık devrelerini birbirine bağlıyordu. Aynı zamanda çeşitli vilayetlerin çevresini işgal ediyordu.

Farklı vilayet sınırları boyunca uzanan ve büyük ölçüde hareketli nüfusun yaşadığı kurak bir bölge nasıl yönetilecekti? Osmanlılar, imparatorluğun son yarım yüzyılı boyunca tekrar tekrar çölün etrafına sınırlar çizerek Cezire’yi yönetmeye çalıştılar. Bu sınırları göçebelerin ve daha uygun bir şekilde mültecilerin iskânı yoluyla güçlendirmeye çalıştılar. Erdoğan’ın çölü, Arapları ve mültecileri birbirine bağlamasından yaklaşık 150 yıl önce, Osmanlılar 1871’de başkenti Fırat kıyısındaki Deyr olan Zor özel idari bölgesini kurdular. Bölge bugün daha çok Deyr ez-Zor olarak bilinmektedir.

Zor’u bir yönetim birimi olarak oluşturma çabasının merkezinde, Osmanlı yetkililerinin çevre ile Osmanlı vilayetlerinin onu bölüştürme biçimi arasında bir uyumsuzluk olduğu algısı vardı. Diyarbakır vilayetindeki bir vali tarafından herhangi bir suçtan dolayı cezalandırılmakla tehdit edilen göçebe çobanlar, arkalarında kavgacı memurlar bırakarak Halep vilayetine kaçabiliyordu. Zor, geniş Cezire’yi tamamen kapsamasa bile hem çölü hem de çölde yaşayan insanları bir araya getirecekti.

Zor’un kurulmasının ardından Şammarlar yeni bölgeye karşı bir isyan başlattı. İsyan Osmanlılar tarafından şiddetle bastırıldı. Ancak siyasi ve çevresel sınırlar arasındaki uyuşmazlığın çözülmesi daha zor oldu. Bazı durumlarda, çobanlar sadece Diyarbakır vilayeti sınırlarından Zor özel idari bölgesine değil, aynı zamanda ekili bölgelerden çöle doğru da kaybolmaya devam etti. Diğer durumlarda ise, genellikle hangi vilayette hangi koyunun vergi için sayılması gerektiği konusunda anlaşmazlığa düşenler Osmanlı memurlarının kendileriydi. Halep vilayeti ile Zor kazası arasındaki bu tartışmaları izleyen bir gözlemci durumu “sınır kaosu” olarak nitelendirmiştir. 1870’lerin sonlarında Zor’un idaresi, 1880’de bağımsız bir idari bölge olarak yeniden kurulmadan önce Halep vilayetinin idaresine bile geçmiştir.

Bir İngiliz gözlemcinin gözünde, Halep, Urfa ve Sincar’a (bugün sırasıyla Suriye, Türkiye ve Irak’ta bulunan yerler) bir şekilde yakın olan bir ilçenin boyutları “saçmalıktan” başka bir şey değildi.”[5] Ancak bazılarının saçmalık gördüğü yerde, çoğu kişi mantık görüyordu. Osmanlı yetkilileri Zor’u “dört vilayetin çöllerinin orta noktasını” yönetmek için “doğal” bir yer olarak görüyorlardı.”[6] Zor’u Çöl vilayeti olarak adlandırılacak bir vilayetin parçası olarak genişletmeye yönelik gerçekleşmemiş bir öneride, bazı yetkililer bölgeyi “doğal bir yönetim noktası”[7] olarak adlandırdılar.

Değişen Manzaralar

Abdülhamid döneminde bölgedeki Osmanlı politikaları değiştikçe, göçebe çobanların çöl ve mevsimlik göçlerini kontrol altına almayı amaçlayan sınırlar, yeni bir dizi çatışmanın parlama noktası haline geldi. 1891 yılında imparatorluk, güneydoğu Anadolu’da Hamidiye Hafif Süvari Tugayları olarak bilinen atlı paramiliter birlikler kurdu. Bu birlikler görünüşte Kürt nüfusunu devlet hizmetine almanın yanı sıra Ermeni devrimcilere ve Rus tecavüzüne karşı koruma işlevi görüyordu. Ancak Cezire’de başka bir görevleri daha vardı: Şammar konfederasyonunun kollarına ev sahipliği yapan Zor bölgesinin güneyine doğru ilerlemek.

Bu çabanın en önde gelen ismi, Diyarbekir vilayeti ile Zor’un tam sınırında bulunan Viranşehir merkezli Milli konfederasyonundan İbrahim Paşa’ydı. Kaynaklar İbrahim Paşa’nın Diyarbekir vilayetinden Zor bölgesine geçerek Şammarların otlaklarına tecavüz ettiğini, yerel grupları Hamidiye Tugayları’na kattığını ve koyunlardan vergi kaçırdığını anlatıyor. Durum o kadar vahim bir hal aldı ki, Zor kaymakamı İbrahim’in eylemlerinin “bir ilçenin yok olmasına ve ortadan kalkmasına”[8] neden olacağından endişeleniyordu.
Sınır sadece bir alanı çevrelemiyordu. Mekânı şekillendiriyordu. Sınırları ya da devlet görevlilerini umursamadan dolaşmak bir yana, göçebe çobanlar sınırların nerede olduğunu ve hangi yöneticilere yalvarabileceklerini çok iyi biliyor ve çıkarlarını ilerletmek için her ikisini de ustalıkla kullanıyorlardı. Bunu yaparken, hem sınırlara tepki gösterdiler hem de Zor kaymakamının korkularının altını çizdiği gibi, çeperleri tamamen silme ve başka bir şeye dönüştürme tehdidinde bulundular.

Cezire’nin kıyısındaki şehirlerde yaşayanlar, bölge genelinde yeni mekânsal bağlantılar hayal ettiler. Cezire’nin genişliğine bakan bir tepeye tünemiş kireçtaşı binalarıyla ünlü Mardin şehrinin ileri gelenleri, şehirlerinin Diyarbekir vilayetinden ayrılarak Zor kazası ve Musul’un Zaho nahiyesiyle birlikte, bugünkü Irak, Suriye ve Türkiye’yi kapsayan yeni bir vilayet olarak birleştirilmesini talep ettiler. Bunu iki gerekçeyle yaptılar. Birincisi, Diyarbekir vilayetinin geri kalanında Kürtçe ve Osmanlı Türkçesinin aksine şehirde en yaygın konuşulan dil Arapçaydı. İkincisi, eşraf şehirlerinin “Cezire bölgesinin en önemli yönetim noktası” olduğunu iddia ediyordu.”[9] Güneyde, Haseke yakınlarındaki “gezginci topraklarda” yaşayan göçebe çobanlarla olan bağlantılarını ortak bölgesel kimliklerinin kanıtı olarak görüyorlardı.

Bir yetkilinin ifadesiyle Mardin’in “doğu vilayetlerinden” çıkarılıp “Arap topraklarına” bağlanması önerisi hiçbir zaman gerçekleşmedi.[10] Diyarbekir valisi tarafından plana karşı formüle edilen argümanlardan biri, Mardin’in kontrolü altındaki bölge nüfusunun aslında Arap’tan çok Kürt olduğuydu.

Erdoğan’ın Suriyelilerin Türkiye’den gönderilmesi çağrısından ve Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki bazı bölgeleri işgal etmesinden bir asırdan fazla bir süre önce, insanlar tam tersi yönde bağlantılar ilan ediyorlardı: Şu anda Türkiye’nin bir parçası olan Mardin’in, bugünkü Suriye’nin bir parçası olan güneydeki çöllere bağlanmasını istiyorlardı. Cezire coğrafyası bu tartışmalarda merkezi bir rol oynadı ve hiçbir zaman kendi başına bir idari birim olmasa da ileri gelenlerin önerilerine musallat oldu.

Doğal Şiddet

Birinci Dünya Savaşı’nda Zor’un manzarası yeni ve daha ölümcül bir amaca hizmet etmeye başladı. Artık bir dönüşüm nesnesi değil, başlı başına bir şiddet aracı haline geldi.

Rus ordusunun doğudaki ilerleyişi karşısında Ermeni vatandaşların sadakatinden endişe duyan Osmanlı devleti, Ermeni soykırımını başlatan tehciri başlattı. Göçebe göçünü kontrol altına almak amacıyla kırk yıl önce oluşturulan Zor sınırları, imparatorluğun dört bir yanındaki memleketlerinden sistematik olarak çıkarılan Ermenilerin çoğunun varış noktası oldu. Birçoğu yol boyunca soyuldu, cinsel saldırıya uğradı ve öldürüldü; tehcirden sağ kurtulmayı başaranlar ise Zor çöllerinde daha fazla şiddetle karşılaştı.

Savaş zamanının içişleri bakanı Talat Paşa, bölgeyi il sınırları açısından değil, daha ziyade çevresel sınırlar açısından tanımladı. Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau’ya Ermeniler için söylediği gibi, “çölde yaşayabilirler ama başka hiçbir yerde yaşayamazlar.”[11] Ermeniler için Zor’un sınırları ve kapsadığı çölün sınırları katliam, hastalık ve açlık alanı haline geldi. Yine de, çölün şekillendirilebilir doğasını hatırlatırcasına, bölge aynı zamanda bazıları için, özellikle de göçebe gruplar arasında sevgili aile üyesinden köle işçiye kadar çeşitli rollerde yaşayan çocuklar için bir hayatta kalma merkezi haline geldi.

Tüm bunlar olurken, Osmanlı yetkilileri bölgenin vilayet sınırları sorununu tartışmaya devam etti. Mayıs 1915’te, tehcir rejimi hızlanırken, Diyarbekir’in meşhur valisi Dr. Reşid’e Dahiliye Nezareti tarafından, artık Türkiye’nin bir parçası olan Viranşehir’in Diyarbekir vilayetinin mi yoksa Zor kazasının mı bir parçası olarak görülmesi gerektiği soruldu. Reşid, “çok önemli meselelerle meşgul olduğunu” yazarak cevap vermeyi ihmal etti, muhtemelen Diyarbekir vilayetinde Mayıs sonu ve Haziran başında başlayan geniş çaplı Ermeni katliamlarıyla ilgili meselelerdi bunlar[12].

Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde Osmanlı parlamentosu bir kez daha sınırlar ve Cezire meseleleriyle meşgul oldu. Geçmişte olduğu gibi, bölgenin bereket vaadi pek çok kişinin bölgeyi kurtarmak istemesine neden oldu. Bir mebusun ifadesiyle, Kahire Nil sayesinde zenginse, Cezire de Dicle ve Fırat gibi iki güçlü nehre sahip olduğu için iki kat daha zengin olabilirdi.[13] Mebuslar tarafından açıkça “Cezire” olarak adlandırılan bölge için kurulacak yeni bir vilayet yönetimi bu hayali gerçeğe dönüştürebilirdi. Bazıları alaycı bir şekilde, “bir aşiretin dolaştığı yerler vilayet olarak kabul edilirse”, “Basra, Bağdat, Mezopotamya, Urfa, Halep ve Suriye”[14] dahil olmak üzere gülünecek kadar büyük olacağı yorumunu yaptı. 1918 baharında bu bölgeleri tartışan raporlar dolaşıma girdi. Bu raporlar merkez ve çevre arasında açık bir gerilim olduğunu ortaya koyuyordu. Bir rapora göre “günlerce ve günlerce”, “görünen tek şey uzay ve gökyüzüdür.”[15] Çobanlar “ekili bölgelerin kenarında çekirge sürüleri gibi dolaşıyorlardı.” Sanki bu yeterince tehdit edici değilmiş gibi, karpuzları kabuklarıyla birlikte yedikleri bile bildirilmiştir.

İmparatorluk Hayaletleri

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgeci bir şekilde parçalanması, Osmanlı’nın son dönemlerinden aşina olduğumuz ikilemleri ve söylemleri de beraberinde getirdi. Versailles’daki tartışmalar sırasında, Ermeniler, Süryaniler ve Kürtler için hiçbir zaman gerçekleşmeyen diğer devletlerin yanı sıra bir Cezire devletinin haritaları da ortaya çıktı. [16] Cezire nihayetinde bir kez daha bölündü.

Uzun süre Zor ile Diyarbekir vilayeti arasındaki sınırda yer alan Nusaybin, 1921 Ankara Anlaşması’nda yeni sınırın büyük bir kısmını oluşturan demiryolu hattının kuzeyinde yanlışlıkla gösterilen hatalı bir harita sayesinde kendisini Türkiye ile Suriye arasındaki sınırda buldu.[17] Nusaybin’den uzanan daha geniş bölge de artık ayrı Osmanlı vilayetlerine değil, İngiliz Irak’ı, Fransız Suriye’si ve Türkiye Cumhuriyeti arasında bölündü.

Osmanlı döneminde olduğu gibi, çobanların bu sınırlar boyunca hareket etmesi, hava gücünü acımasızca kullanan ve Milletler Cemiyeti’nin paternalist retoriğiyle örtülen yeni şiddetli sömürge yönetimi biçimleriyle birlikte de olsa, kendileri için bir miktar özerklik yaratmalarına izin verdi. Irak, Suriye ve Türkiye’nin Cezire’den uzak kent merkezlerinde, çeşitli milliyetçi gruplar “doğal sınırlar”[18] ifadesine dayanarak bölge üzerindeki toprak iddialarını dile getirdiler. Çölün uzun süredir sınırlarla ilgili soruları şekillendirdiği bir coğrafyada, çevre ve yönetim bir kez daha kesişti. Ya da en azından öyle görünüyordu.

Bazen “doğal sınırlar” çevresel olarak tutarlı bir devlet çağrısı anlamına geliyordu, ancak daha çok ekonomik bağlantılara ve hatta geleneksel bilgeliğe atıfta bulunuyordu: örneğin Akdeniz’den doğuya Habur Nehri’ne kadar uzanan bir Suriye (özellikle Cezire’nin büyük bir kısmı hariç). Sınır planları da büyük ölçüde birbiriyle çelişiyordu -Türkiye Halep’i, Irak Diyarbakır ve Zor bölgelerini içeriyordu- ve Osmanlı sonrası sömürge rejimleri tarafından uygulanmadı.

Yıllar geçtikçe Cezire, 1930’ların sonlarında olası bir Fransız himayesi veya 1948’in ardından Filistinli mültecilerin yerleştirildiği bir yer olarak bölgesel bir varlık olarak ortaya çıkmaya devam etti.[19] Bununla birlikte, Osmanlı sonrası devletler, Cezire’nin bu kez Osmanlı vilayetlerinden ziyade ulus devletlere dayanan çoklu merkezlerin bir çevresi olarak işlev gördüğü Osmanlı dinamiğini sürdürdü.

Çevre olarak devam eden statüsü nedeniyle, Cezire, dışında yaşayanların bilincinden büyük ölçüde kaybolmuş olsa bile bir bütünlük duygusunu korumuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde nehirler boyunca ve şehirlerin yanı başında gerçekleşen ekim alanlarının genişlemesi üzerine inşa edilen bölge, yirminci yüzyılda Suriye ve Irak’ta -hâlâ siyasi bir çevre olsa da- bir tarım merkezine dönüştü. Farklı gümrük rejimleri ve güçlü bir kaçakçılık ticaretini besleyen sınır ötesi akrabalık bağları nedeniyle bölgedeki bağlantılar devam etti.[20] Aslında bu ticari bağlantılar, 1950’lerde Suriye ve Türkiye arasındaki sınır boyunca mayınların yerleştirilmesinin başlıca nedeniydi (2010’larda kaldırılma planlarına rağmen birçoğu hala duruyor).

Son yıllarda, haritalarda sıklıkla adı geçmeyen bu coğrafya aniden bir kez daha ortaya çıktı. Suriye İç Savaşı’nın ortasında, Suriye’nin kuzeydoğusunda Türkiye sınırını kucaklayan özerk Rojava bölgesi ortaya çıktı. Cezire’nin diğer kısımları ise 2014 yılında IŞİD’in Rakka’dan Musul’a kadar olan bölgeyi hızla ele geçirmesiyle IŞİD’in egemenliği altına girdi. Bölgenin kendisi gibi bu gelişmelerin de uzun bir geçmişi var. Rojava, bir Kürt devletinin sömürgeci inkârının ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nden güneye, Suriye’ye mülteci akınının ürünüdür. Bu arada IŞİD, medyanın nefes nefese anlattıklarının aksine boş bir alanda ortaya çıkmadı. Aksine, ABD’nin Irak’ı yok etmesi, bunu takip eden sınır ötesi ağlar ve Suriye’deki tarihi kuraklık ile yakıt ve gübre sübvansiyonlarındaki kesintilerin neden olduğu tarımsal kalkınma mimarisinin çözülmesiyle sarsılan bir coğrafyada ortaya çıktı.
Bugün Cezire’nin farklı bölümleri -özellikle de bölgenin petrol sahaları- Rusya, Suriye Arap Ordusu, Suriye Demokratik Güçleri, Türkiye, ABD ve diğer gruplara bağlı güçler tarafından kontrol ediliyor. Bu çekişmenin ortasında, Erdoğan’ın sözlerinden de anlaşılacağı üzere, Cezire çölünün Kürtlerden ziyade Araplara ev sahipliği yapması gerektiği hissiyle, siyasi ve çevresel uyum hayali cazibesini koruyor.

Zülfü Livaneli’nin 2017 tarihli Huzursuzluk romanında, çevre ve sınıra dair farklı bir imge ortaya çıkıyor. Anlatıcı, Türkiye’nin güneydoğusundaki Mardin’de çocukken “Suriye çöllerinden” gelen tozlu rüzgârların onu nasıl nefes almakta zorladığını ve “hepimizi sıcak çölün kırmızısına boyadığını”[21] hatırlıyor. Livaneli’nin imgesi, bir geri tepme sembolü olarak, Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüze kadar Cezire’deki hareketli insanları yönetmeye yönelik çeşitli girişimlerde rol oynayan sınırlar ötesi çevresel bağlantıları da kanıtlıyor. Çevre Cezire’nin kırmızı kiri sınırların ötesine esiyor ve insanların tenine bulaşıyor.

Samuel Dolbee “The Jazira’s Long Shadow over Turkey and Syria,” Middle East Report 305 (Winter 2022).

Samuel Dolbee Vanderbilt Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Yardımcı Doçenttir. Locusts of Power adlı kitabı 2023 yılında Cambridge University Press’ten çıkacaktır.

  • [1] “Erdoğan: Oralara en uygun olan Araplardır, çünkü çöl,” BirGün, October 25, 2019.
  • [2] Zayde Antrim, Routes and Realms: The Power of Place in the Early Islamic World (New York: Oxford University Press, 2012), p. 97.
  • [3] Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi (BOA), ŞD 2213/29, 13 Recep 1289 (September 16, 1872).
  • [4] BOA, ŞD 2214/20, 28 Eylül 1290 (October 10, 1874).
  • [5] The National Archives-United Kingdom, FO 424/123, Earl of Dufferin to Granville, July 29, 1881, Inclosure: Report by Captain Stewart on the Deir Sandjak and on Some of the Neighboring Districts, July 14, 1881.
  • [6] BOA, ŞD 2424/69, 3 Nisan 1296 (April 15, 1880).
  • [7] BOA, Y.A.RES 55/38, 25 Teşrinievvel 1306 (November 6, 1890).
  • [8] BOA, DH.TMIK.M 38/39, 14 Teşrinievvel 1313 (October 26, 1897).
  • [9] BOA, DH.İD 144/2-26, 17 Mayıs 1329 (May 30, 1913).
  • [10] BOA, DH.İD 144/2-26, 3 Haziran 1329 (June 16, 1913).
  • [11] Henry Morgenthau, Ambassador Morgenthau’s Story (Garden City: Doubleday, 1918), p. 232.
  • [12] BOA, DH.İ.UM 46-2/211, 27 Nisan 1331 (May 10, 1915); Uğur Ümit Üngör, The Making of Modern Turkey: Nation and State in Eastern Anatolia, 1913-1950 (New York: Oxford University Press, 2012).
  • [13] Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), İ:29, C: 1, 7 Kanunusani 1334 (January 7, 1918), p. 518.
  • [14] MMZC, İ:32, C: 1, 12 Kanunusani 1334 (January 12, 1918), p. 575.
  • [15] BOA, DH.İ.UM 10-1/2/58.
  • [16] Zayde Antrim, Mapping the Middle East (London: Reaktion Books, 2018), pp. 169-171.
  • [17] Centre des archives diplomatiques de Nantes, Syrie 298, Weygand to Poincaré, June 13, 1923.
  • [18] James Gelvin, Divided Loyalties: Nationalism and Mass Politics in Syria at the Close of Empire (Berkeley: University of California Press, 1998), p. 152; Eliezer Tauber, ‘The Struggle for Dayr al-Zur: The Determination of Borders between Syria and Iraq,” International Journal of Middle East Studies 23 (1991), p. 379; Seda Altuğ, “The Turkish-Syrian Border and Politics of Difference in Turkey and Syria (1921-1939)” in Matthieu Cimino, ed. Syria: Borders, Boundaries, and the State (Cham: Palgrave Macmillan, 2020), p. 60.
  • [19] Jordi Tejel, Syria’s Kurds: History, Politics, and Society, trans. Emily Welle and Jane Welle (London: Routledge, 2009), pp. 29-33; Avi Shlaim, Israel and Palestine: Reappraisals, Revisions, Refutations (New York: Verso, 2009), pp. 62-64.
  • [20] Ramazan Aras, The Wall: The Making and Unmaking of the Turkish-Syrian Border (Cham: Palgrave Macmillan, 2020).
  • [21] Ömer Zülfü Livaneli, Huzursuzluk (Istanbul: Doğan Kitap, 2017), p. 18.
Yazı işleri departmanı

İlgili Makaleler


Son makaleler