Türk ordusu depremden sonra neden ortalıkta yoktu? – Özgür Özkan | Foreign Policy

Genel olarak, Erdoğan’ın sivil-asker reformlarının temel pratik hedefi TSK’yı iç sorumluluklarından arındırmak ve sadece dış güvenliğe odaklanan bir güce dönüştürmek olmuştur. 2007’den 2013’e ve daha sonra 2016’dan 2018’e kadar bu amaca yönelik çeşitli yasal ve yapısal değişiklikler, ordunun doğal afetlere ve diğer acil durumlara müdahale etme sorumluluğunu ve kapasitesini zayıflatmıştır.

Özgür Özkan’ın Foreign Policy‘de yayınlanan 24 Şubat 2023 tarihli analizine buradan erişilebilir.

1999 yılında Marmara yakınlarında meydana gelen 7.4 büyüklüğündeki deprem 18,000’e yakın insanın ölümüne ve on binlerce insanın yaralanmasına, yerinden edilmesine ya da yıkılan şehirlerinin enkaza dönüşmesine neden oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) derhal harekete geçti ve ilk 48 saat içinde arama, kurtarma, tahliye ve barınma çalışmalarına liderlik etmek üzere yaklaşık 65.000 personel görevlendirdi. Askerler aktif askeri görevlerinin ötesine geçerek sahra hastaneleri, çadır kentler ve seyyar mutfaklar kurarak afetten etkilenen vatandaşlara yardım etti ve sonuçta ülkenin felaketten kurtulması için kritik öneme sahip olduklarını gösterdi.

Yirmi yılı aşkın bir süre sonra, yakın tarihin en ölümcül depremlerinden biri Türkiye’nin yanı sıra Suriye’nin kuzey bölgelerini de vurdu. Ancak bu kez TSK, felaketi takip eden en kritik 48 saati çoğunlukla izleyerek geçirdi. Bu süre zarfında sadece yaklaşık 7.500 personel görevlendirildi; bu sayı Marmara depremine yapılan müdahalenin onda birinden biraz daha fazla. Ölü sayısı toplamda 41,000’i aşarken, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın afete yönelik ağır müdahalesi, özellikle de TSK’nın kurtarma çalışmalarına gecikmeli ve yetersiz katılımı nedeniyle Türk toplumunun her kesiminden yoğun eleştiri aldı.

21. yüzyılda dünyanın dört bir yanındaki ülkeler, salgın hastalıklara ve doğal afetlere müdahale etmek için ordularını giderek daha başarılı bir şekilde kullanmaktadır. O halde neden Türkiye’de tam tersi bir eğilim ortaya çıkmıştır?

TSK’nın yavaş ve etkisiz müdahalesi, mensuplarının motivasyon eksikliğinden ya da beceriksizliğinden değil, Erdoğan döneminde gerçekleşen köklü kurumsal dönüşümden kaynaklanıyor.

Erdoğan 2003 yılında başbakan olarak göreve başladığında, TSK Türkiye’nin siyasi sisteminde muazzam bir güce ve prestije sahipti. Günlük iç siyasetin dışında kalsa da, ulusal güvenlik meselesi olarak görülen her şeyi yönlendiren ana güçtü. Ancak o dönemde ordu, katı laik dünya görüşü ve siyasal İslam’a karşı hoşgörüsüzlüğü nedeniyle Erdoğan gibi İslamcılar tarafından ülkenin siyasi liberalleşmesinin önünde bir engel ve bir tehdit olarak görülüyordu.

Erdoğan’ın öncelikli hedefleri, siyasi müdahaleleriyle bilinen orduyu ehlileştirmek ve darbelere karşı korumak ve bürokratik muhaliflerine üstün gelmekti. Başlangıçta Avrupa Birliği üyeliği için gerçekleştirilen demokratik reformların bir parçası olarak TSK’da köklü reformlar yaptı ve bunu yaparken ülkenin en güçlü kurumu üzerindeki kontrolünü kademeli olarak pekiştirerek son derece merkezileşmiş ve partizan bir sivil-asker yapısı oluşturdu.

2000 yılından bu yana TSK, görevden almalar, binlerce subayın hapse atılması ve ordunun profesyonelleştirilmesi ve küçültülmesine yönelik daha geniş kapsamlı çabalarla fiilen yarı yarıya azaltıldı. Bu reformlar arasında en önemlisi -ancak büyük ölçüde göz ardı edileni- yetişkin erkeklerin zorunlu askerlik yükümlülüğünü kısaltan ve bedelli askerlik muafiyetlerini genişleten 2019 tarihli yeni zorunlu askerlik yasasıydı.

Erdoğan’ın yeni askeri-bürokratik yapısı altında, kritik liderlik pozisyonları, genellikle liyakat pahasına, siyasi sadakate dayalı olarak tahsis ediliyor. Örneğin, afet ve acil durumlara müdahaleden birinci derecede sorumlu devlet kurumu olan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) üst düzey yönetimi, bu alanda hiçbir uzmanlığı ya da deneyimi olmayan bürokratların hakimiyetinde. Ayrıca, belki de bu konudaki en kritik rol olan afet müdahale genel müdürlüğü, uzmanlığı ve deneyimi ilahiyat ve din işleri olan bir siyasi yandaş tarafından işgal edilmeye devam etmektedir.

Yıllar süren reformlar sayesinde TSK daha küçük ve daha profesyonelleşmiş bir güç haline gelmiş, askere alınanlardan ziyade tam zamanlı askerlerden oluşmuştur. Siyasi olarak daha kontrol edilebilir bir güç olmasına rağmen, daha verimli bir güç değildir. Bu yapı Erdoğan’ı bürokratik dirençten kurtarmış ve yurtdışında Suriye ve Libya gibi yerlerde askeri güç kullanımında neredeyse sınırsız özgürlük sağlamış olsa da, TSK’nın insan sermayesini ve deneyim derinliğini azaltmış ve ordunun hem muharebe hem de muharebe dışı görevlerde, özellikle de doğal afetler gibi hızlı tepki verme, inisiyatif alma ve esneklik gerektiren görevlerde etkinliğinde önemli kırılganlıklar yaratmıştır.

Genel olarak, Erdoğan’ın sivil-asker reformlarının temel pratik hedefi TSK’yı iç sorumluluklarından arındırmak ve sadece dış güvenliğe odaklanan bir güce dönüştürmek olmuştur. 2007’den 2013’e ve daha sonra 2016’dan 2018’e kadar bu amaca yönelik çeşitli yasal ve yapısal değişiklikler, ordunun doğal afetlere ve diğer acil durumlara müdahale etme sorumluluğunu ve kapasitesini zayıflatmıştır.

Örneğin 2009 yılında, doğrudan başbakanlığa bağlı bir grup olan AFAD’ın kurulmasının ardından, biri son depremin merkez üssüne çok yakın bir yerde bulunan 15 afet hazırlık bölge komutanlığı lağvedildi. 2000’li yılların başından bu yana TSK’da her birlik seviyesinde periyodik olarak yapılan doğal afet ve yardım tatbikatları da sona erdirildi. TSK’nın sahra sıhhiye yetenekleri, Erdoğan’ın 2016 darbe girişimi sonrası reformların bir parçası olarak sağlık komutanlığını ve askeri hastaneleri lağvetmesinin ardından ortadan kalktı. Bu kısa sürede Türk ordusu 1999 depreminden edindiği üst düzey hazırlığı ve deneyimi heba etti.

Yurtiçinde çok az sorumluluğu kalan TSK, daha dışa dönük görevler üstlenmek üzere yeniden yönlendirildi. Ordu, 2013 yılında Türkiye’nin il kolluk kuvveti olan Jandarma’dan sınır güvenliğine ilişkin sorumlulukların çoğunu devraldı. Erdoğan’a göre bu hamle olası bir darbeyi savuşturmak için avantajlıydı çünkü askerleri meşgul ve başkentten uzak tutuyordu. Ancak bu durum Türk askerlerinin dikkatini dağıttı ve onları birincil savaş ve barış zamanı görevlerinden uzaklaştırdı.

Sınır güvenliğine bu denli odaklanılması aynı zamanda Türkiye’nin devam eden diğer pek çok sınır ötesi operasyona katılımını arttırdığı ve rezervlerini daha da zayıflattığı bir döneme denk geliyor. Halihazırda Suriye ve Irak’tan Libya ve Katar’a kadar çeşitli ülkelerde görev yapan askerler, ordunun muharip kuvvetlerinin büyük bir bölümünü oluşturuyor. Ülke içinde kalan birliklerin büyük kısmı Türkiye’nin güney sınırında konuşlandırılmış durumda ve afet bölgelerine müdahale için sınırlı sayıda askeri birlik mevcut.

Türk birliklerinin Suriye’nin kuzeyinde ve sınırda aşırı yoğunlaşmasına rağmen, depremden sonraki ilk 72 saat içinde komşu afet bölgesine hiçbir birlik kaydırılmamıştır. Bu büyük ölçüde planlama ve koordinasyon sorunlarından kaynaklanıyordu ancak Erdoğan’ın siyasi hesaplarından da etkilenmiş olabilir. Birçok eleştirmen Erdoğan’ın böyle bir hamlenin ordunun kamuoyu nezdindeki prestijini artıracağından ve zor kazanılmış kontrol tekelini zayıflatacağından endişe ettiğine inanıyor. Araştırmalar, halkıyla samimi bağları olan bir ordunun daha az manipüle edilebileceğini ve iç baskı çabalarında kullanılmaya daha elverişli olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, afet kurtarma çalışmalarından elde edilen popülarite artışı Erdoğan’ın otoriter vizyonu için kötü bir işaret olacaktır. Halkına sempati duyan saygıdeğer bir ordunun, giderek baskıcı hale gelen rejimine tam olarak uymayacağından, hatta karşı çıkacağından endişe ediyor olabilir.

Erdoğan’ın şansına, TSK’nın popülaritesi son yıllarda azaldı ve toplumun orduya olan güveni son on yılda yüzde 90’lardan yüzde 60’lara düştü. TSK artık Türkiye’nin en güvenilir devlet kurumu değil ve Erdoğan, depremin en savunmasız mağdurları pahasına da olsa, bu şekilde kalmasından memnun görünüyor.

Erdoğan şimdiye kadar Türk ordusunun dış müdahalelerdeki vasat performansını örtbas etmek için propagandayı kullanabildi ve yeni keşfedilen drone teknolojisiyle eksiklikleri telafi etti. Ancak Türk ordusunun yapısal zayıflıkları kendi sınırları içinde ortaya çıktığında artık bunları kamuoyundan gizlemesi mümkün değil.

NATO’nun en büyük ikinci ordusu olmasına rağmen, Erdoğan yönetimindeki TSK, en çok ihtiyaç duyulduğunda afet müdahalesi de dahil olmak üzere yardımcı ama hayati görevleri yerine getirmekte zorlanan bir kurum haline geldi. Erdoğan’ın paranoyası ve Türk kurumlarını acımasızca yeniden yapılandırması ne bir darbe girişimini önledi ne de Türk ordusunun savaştaki performansını arttırdı. Aksine, ölü sayısı arttıkça ve depremin yarattığı yıkımın boyutları daha da ortaya çıktıkça, çoğu devlet kurumunun en temel amacı olan Türk vatandaşlarını güvende tutma işlevinin zayıflatıldığı açıkça görülüyor. Türkiye halkı, cumhurbaşkanlarının merkezi güç ve partizan kontrol takıntısının bedelini çoktan ödedi; Erdoğan’ın önümüzdeki seçimlerde de bu bedeli ödeyip ödemeyeceğini zaman gösterecek.

Özgür Özkan, Harvard Kennedy School Belfer Bilim ve Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde Orta Doğu Girişimi’nde doktora sonrası araştırma görevlisidir. Özkan, doktora çalışmalarına başlamadan önce Türk Silahlı Kuvvetleri ve NATO’da subay olarak görev yapmıştır.

Yazı işleri departmanı

İlgili Makaleler


Son makaleler