Türkiye’deki yıkıcı deprem siyasi manzarayı temelden değiştirebilir – James Ryan | FPRI
Bu tarifsiz trajediyi yaşayan Türklerin şu ana kadar verdiği en büyük tepki, bu ölümlerin birçoğunun önlenebileceği duygusudur. Durumun Erdoğan için bu kadar tedirgin edici olmasının nedeni, on binlerce ölümün nedeninin partisinin yönetim stratejisinin özüne – hızla yayılan beton inşaat – darbe indirmiş olmasıdır.
James Ryan’ın 10 Şubat 2023 tarihinde Foreign Policy Research Institute (FPRI) ‘de yayınlanan yazısının İngilizce orijinaline buradan erişilebilir.
Türkiye’nin güneydoğusu ve Suriye’nin kuzeyinde 6 Şubat sabahı erken saatlerde meydana gelen iki deprem yüzlerce kilometrelik bir alanda binaları yerle bir etti. 22 binden fazla insan öldü ve on binlerce insan da yaralandı. Günler sonra, hayatta kalanlar ve kurbanlar enkaz altında kalmaya devam ediyor. Büyük olasılıkla bu felaket, bu yüzyılın en ölümcül ilk beş depremi arasında yer alacaktır.
Hasarın tam boyutunu hesaplamak biraz zaman alacak olsa da, bu ikiz depremlerin gücünün, İstanbul yakınlarında meydana gelen ve 18 bin kişinin hayatına mal olan 1999 Düzce depreminin gücüne eşit ya da daha fazla olduğu düşünülüyor. O zamandan beri, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) rejimi altında Türkiye’nin kentsel peyzajı şaşırtıcı bir hızla çiçek açıp balonlaşırken, başka bir büyük depremin sessiz korkusu hem Türklerin hem de sık sık gelen ziyaretçilerin zihninde yaşadı. Erdoğan, parlamentoyu devre dışı bırakan ve kendisine devletin her kademesinde serbestlik tanıyan anayasal değişikliklerle gücü elinde topladığından, ben de dahil olmak üzere pek çok kişi, rejimini yıkmak için bir depremin gerekip gerekmeyeceğini merak etti. Gerçekten de 1999 depremine hükümetin verdiği yavaş tepki, Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinin ardından o zamanki koalisyon hükümetinin yıkılmasına katkıda bulunan en önemli faktörlerden biriydi.
Bu yeni, uğursuz ironi ve kaderin Türkiye’nin yakın geleceği için ne anlama geldiğini ancak zaman gösterecek. Ancak şu kadarını söylemek yeterli ki, 1999 depreminin anısı ve aynı senaryonun tekrarlanması korkusu son yirmi yıldır Türk vatandaşlarının aklından hiç çıkmadı. Erdoğan, özellikle de neredeyse her fırsatta aciz görünen bir muhalefet karşısında gücünü arttırdıkça, Erdoğan’ı bir seçimde yenebilecek siyasi güçleri ortaya çıkarmak için tam da bu büyüklükte bir felaketin gerekeceği varsayımı birçok analist ve uzmanın zihninde daha da büyüdü. Bu tarifsiz felaketin ardından, takip ettiğim üç önemli husus var: 1) yardım çabalarının nerede yoğunlaştığı, 2) Erdoğan’ın anlatıyı kontrol etme çabaları ve 3) muhalefetin önemli isimlerinin kaynakları ve desteği nasıl bir araya getirmeye çalıştığı.
Geniş çaplı hasar, düzensiz yardım
Türklerin ve uluslararası toplumun karşı karşıya olduğu en acil soru, afet müdahalesinin nasıl koordine edilebileceğiydi. Yetmişten fazla ülke yardım teklifinde bulundu ve düzinelerce sivil toplum kuruluşu kurtarma çalışmalarını koordine etmek üzere bölgeye ulaştı. Çökmüş bina raporlarının batıda Adana’ya (1,8 milyon nüfus), kuzeyde Malatya’ya (750 bin nüfus), güneyde Antakya’ya (470 bin nüfus) ve doğuda Diyabakır’a (1,8 milyon nüfus) kadar uzandığı düşünüldüğünde bu muazzam bir zorluktur. Bölgedeki en büyük nüfus merkezlerinden biri olan Gaziantep (nüfusu 2 milyon) depremin merkez üssüne 100 kilometreden daha az bir mesafede yer almaktadır. Tüm bunlar, Halep de dahil olmak üzere etkilenen Suriye topraklarını ve bu bölgede devam eden savaşın parlama noktaları olan birkaç büyük kasaba ve şehri dahil etmeden önceydi. Bölgeye aşina olmayanlar için, New York yakınlarında meydana gelen ve Boston ve Washington, D.C.’deki binaları da dümdüz eden bir depremi hayal etmek, hasarın geniş boyutları hakkında bir fikir verebilir.
Böylesine geniş bir yıkım alanı söz konusu olduğunda, en iyi işleyen devletler bile bölgeler arasında eşit bir şekilde müdahale etmekte zorlanır. Ancak Türkiye’nin afet müdahalesi iki faktörün daha etkisiyle daha da zorlaşmaktadır: 1) Erdoğan’ın enflasyon dönemlerinde faiz oranlarını düşürmeye yönelik kararlı politikasının bir sonucu olarak son birkaç yıldır liranın değer kaybetmesiyle belirginleşen genel olarak kötü ekonomik durum, sıradan vatandaşların yardım çabalarına nakit katkıda bulunma kabiliyetini azaltmış ve Türkiye’yi dış yardıma daha bağımlı hale getirmiştir. 2) Bu bölgenin son 12 yıldır Türkiye’nin Suriye’de Esad rejimi ve bu toprakların içinde ve ötesinde Kürt partizanlarla girdiği çatışmaların içinde olması. Bu, bölgede çoğu derme çatma konutlara yerleştirilen ya da deprem güvenliği standartlarından muaf tutulan aceleyle inşa edilmiş apartmanlara taşınan milyonlarca mülteciyi kabul ettiği gerçeğine dayanıyor. Hatırlanacak olursa, Diyarbakır gibi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, 2015-2016 yıllarında Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK (Kürdistan İşçi Partisi) arasında çatışmalar yaşanmış, bu çatışmaların ardından tüm mahalleler yıkılıp yeniden inşa edilmiş ve 24 bin kişi yerinden edilmişti.
Bu büyük zorluklar göz önünde bulundurulduğunda bile, Türkler tarafından bu noktaya kadar yardımların partizan bir temelde dağıtıldığı yönünde yaygın suçlamalar yapıldı. Erdoğan, afetten etkilenen bölgelere ilk ziyaretini 8 Şubat’ta, Türkiye’nin afet müdahale kurumu AFAD tarafından nispeten sağlam bir operasyonun yürütüldüğü Kahramanmaraş’ta gerçekleştirdi. 2019 yerel seçimlerinde Kahramanmaraş’ın yüzde 67’si AKP’nin adayına oy verdi. Buna karşılık, The Economist’e göre tek başına binlerce insanın ölümüne yol açabilecek Hatay’ın en çok etkilenen şehirlerinden biri olan Antakya’ya sadece tek bir AFAD ekibi ulaştı. Hatay’da 2014’ten bu yana muhalefet tarafından yönetilen bir belediye başkanı var ve 2019’da yüzde 55’i Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adayına oy verdi. Nitekim depremden iki hafta önce Türk televizyonuna çıkan Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş’a Hatay’ın depreme hazır olup olmadığı sorulduğunda “Hayır, değiliz. Bu konuda bakanlıklara kaç kez yazı yazdığımızı size anlatamam ama çoğunlukla yanıt alamadık” demiştir.
Erdoğan’ın cevabı, olağanüstü hal
6 Şubat’taki depreme yetersiz acil müdahale durumu karşısında -raporlar Türk ordusunun ayın yedisinde geç saatlere kadar yardım için harekete geçmediğini gösteriyor- Erdoğan 7 Şubat’ta ilk açıklamalarını yapmak üzere televizyona çıktı. Ankara’daki cumhurbaşkanlığı sarayının içinden, durum odası gibi görünen bir yerden konuşan Erdoğan, on beş dakika boyunca bildiği kadarıyla hasarın boyutunu detaylandırdı ve “Sadece cumhuriyetimizin değil, coğrafyamızın ve dünyamızın karşı karşıya kaldığı en büyük felaketlerden biri” olarak gördüğü bu duruma müdahale etmek için Türkiye’nin tüm kaynaklarının seferber edileceği sözünü verdi. Ancak konuşmada öne çıkan girişimler, etkilenen bölgelerde üç aylık bir olağanüstü hal ilan edilmesi ve müdahaleyle ilgili “yalan haber” yayanların yetkililer tarafından tespit edilip yargılanacağı yönündeki iddialı sözler oldu.
Hasarın boyutu göz önüne alındığında, Türklerin üç aydan daha uzun bir süre molozları temizleyeceği ve yeniden inşa edeceği kesin. Üç aylık olağanüstü halin 14 Mayıs’ta yapılması planlanan genel seçimlere kadar süreceği kimsenin gözünden kaçmıyor. Bu kurallar çerçevesinde devreye sokulan bazı yararlı olağanüstü hal yetkileri olsa da, Erdoğan yönetimindeki olağanüstü hallerin tarihi, bunların büyük ölçüde siyasi amaçlar için kullanıldığına tanıklık etti. 2016 darbe girişiminin ardından, Erdoğan’ın devlet bürokrasisi ve eğitim sisteminde kapsamlı bir tasfiye gerçekleştirmesi için ülke genelinde tam iki yıl boyunca olağanüstü hal uygulandı. 2015 yılında, depremden etkilenen aynı bölgelerin birçoğu, seçim sezonunun ortasında ve IŞİD’in Suriye sınırı boyunca ve İstanbul’da gerçekleştirdiği terör saldırılarının ardından olağanüstü hal altında güvenlikleştirildi.
Son depremlerden önce yapılan seçim anketlerinin basit bir analizi, ne Erdoğan’ın ne de ana muhalefet ittifakından ismi henüz açıklanmamış olan adayın ilk turda oyların çoğunluğunu kazanamayacağını gösteriyordu; bu da çoğunluğu Kürtlerden oluşan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) belirleyici olacağını gösteriyordu. HDP en güçlü ikinci veya üçüncü muhalefet partisi olsa da, şu anda olağanüstü hal altında olan bölgelerden biri olan Diyarbakır, ülkedeki en yüksek HDP seçmen yoğunluğuna sahip. 2019 seçimlerinde HDP’ye oy verenlerin oranı yaklaşık yüzde 63’tü.
Erdoğan’ın ertesi gün afet bölgelerine yaptığı ilk ziyarette “yalan haber” ile ilgili sözleri tekrarlanırken, hepsi hükümetle yakından bağlantılı olan Türk internet sağlayıcılarının Twitter ve Facebook gibi sosyal medya sitelerinin bant genişliğini daraltmaya başladığı ortaya çıktı. Bu eylemler, sevdiklerini bulmak ve yardım çağırmak için bu siteleri kullanan sahadaki insanlar için ek bir engel oluşturdu.
Muhalefet partisi hareketleri
Erdoğan daha televizyona çıkamadan, Türkiye’nin en büyük muhalefet partisinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu (Cumhuriyet Halk Partisi, CHP), 2019 seçimlerinde AKP adaylarına karşı yarışan meslektaşları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile birlikte Hatay’a gideceğini açıkladı. Deprem öncesinde, muhalefetin “altılı masa” koalisyonu Erdoğan’a karşı yarışacak adaylarını belirlemek için 13 Şubat tarihini belirlemişti ve resmi olmayan ön seçimin Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu arasında geçeceğine dair yaygın bir kanı vardı; bu açıklama ve ardından Hatay’da yapılan ortak mitingler, muhalefet içinde pek çok kişinin büyük bir baskı altında olduğundan korktuğu bir birliği açıkça ortaya koydu. Kılıçdaroğlu 7 Şubat akşamı geç saatlerde Hatay’dan ulusa sesleniş konuşması yaptı. Erdogan’in konuşmasının tam aksine, hala elektriksiz olan sehirde yedek bir tepe lambası ile aydınlanan Kılıçdaroğlu, tamamen siyah giyinmişti ve felaketin suçunu rejimin ayaklarına atmadan önce küçük bir formalite yerine getirdi: “Bu çöküş tamamen sistematik rantiye politikalarının sonucudur. Ne Erdoğan’la, ne sarayla, ne de bu rantçı çetelerle bir buluşma zemini yoktur.” Kılıçdaroğlu geçmişte abartısız tavırları ve rejime yönelik çoğu zaman sessiz ve dolaylı eleştirileri nedeniyle eleştirilmişti, ancak bu konuşma doğrudanlığı ve ağır suçlamalarıyla öne çıktı.
Ertesi gün Ekrem İmamoğlu belediye adına Hatay’da yapılan çalışmaların videolarını yayınladı; bunlar arasında derme çatma bir şarj ve internet istasyonunun kurulması, 1 milyondan fazla yardım paketinin ulaştırılması, 582 kurtarma personelinin gelmesi, seyyar tuvalet ve duşlar yer aldı. İmamoğlu Twitter üzerinden yaptığı duyuruda, hükümetin erişimi kısıtladığı dönemlerde sosyal medya ağlarına erişmek için kullanılan sanal özel ağlara atıfta bulunarak “VPN üzerinden bağlananlar için” bilgisini verdi. Önümüzdeki haftalarda ve aylarda Erdoğan ve Kılıçdaroğlunun arasında başlaması muhtemel suçlama ve itham savaşının ortasında, İmamoğlu’nun hizmet sunumuna yaptığı vurgu, belediye başkanı olarak geçirdiği zamanı, Erdoğan’ın 1990’larda İstanbul belediye başkanı olarak görev yaptığı döneme benzemeyen bir şekilde temel şehir hizmetlerini ve kalkınmayı geliştirmeye odaklanarak geçirmesiyle paralellik gösteriyor. Gerçekten de, internet, gıda, su ve elektriği bunlara erişimi olmayanlara ulaştırmak AKP’nin 2000’li yıllardaki yükselişinde önemli bir rol oynamıştı ve ileride de muhalefetin meydan okumasında kilit bir faktör olabilir.
Erdoğan’ın istikrarı
Bu tarifsiz trajediyi yaşayan Türklerin şu ana kadar verdiği en büyük tepki, bu ölümlerin birçoğunun önlenebileceği duygusudur. Daha güçlü depremlerin başka ülkeleri vurduğu ve can kayıplarının Türkiye’de görebileceğimizden çok daha düşük olduğu doğrudur. Büyüklüğü 8.8 olarak ölçülen 2010 Şili depreminde 525 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu yazının kaleme alındığı tarih itibariyle toplam can kaybı, Richter ölçeğine göre 9.0 şiddetine ulaşan ve büyük bir tsunami ile tarihteki en kötü ikinci nükleer felaketin eşlik ettiği 2011 Japonya depremini geride bırakmıştır.
Bu durumun Erdoğan için bu kadar tedirgin edici olmasının nedeni, on binlerce ölümün nedeninin partisinin yönetim stratejisinin özüne – hızla yayılan beton inşaat ekonomisi – darbe indirmiş olmasıdır. AKP iktidarının ilk yıllarında, Türkiye’nin 1990’lardaki ekonomik çöküşten kurtulması ve 2008 mali krizinin ardından görünürdeki dayanıklılığı bir tür ekonomik mucize olarak müjdelendi. Gerçekte bu dayanıklılık, aşırı agresif bir inşaat sektörü tarafından desteklendi. Büyük miktarlarda yeni konut inşa etmek için acele eden Türk hükümeti, bu depremlerden etkilenen bölgedeki 75 bin bina da dahil olmak üzere, ülke genelinde deprem güvenlik standartlarından yüz binlerce muafiyet çıkardı. Son on yılda bu gelişme, sadece devasa ve geniş yeni konut projelerinin değil, aynı zamanda İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde iki yeni köprü, İstanbul’un banliyölerinde devasa yeni bir havaalanı ve Boğazları aşarak Türkiye’nin Trakya ilinde büyük bir yarık açması planlanan bir kanal projesi de dahil olmak üzere tartışmalı “mega projelerin” inşası için aşırı hızlandı. Bu inşaatların büyük bir kısmı dış borç enjeksiyonu ile ödendi; bu borçların büyük bir kısmı Türkiye’nin Körfez’deki müttefiklerinden, Katar’dan ve yakın zamanda BAE ve Suudi Arabistan’dan geldi. Son yıllarda İstanbul’u ziyaret edenler, gökdelenlerin ve kalkınma projelerinin peyzajda ortaya çıkma hızını fark etmekten kendilerini alamazlar – daha az gözlemlenen ancak daha az doğru olmayan şey, bu gelişmenin ülke genelinde ve özellikle de 2011’den bu yana milyonlarca Suriyeli mültecinin akınının sosyal ve ekonomik yükünü taşıyan ve hızla kentleşen Türkiye’nin güneydoğusunda benzer bir hızda ilerlediğidir. Açıkça söylemek gerekirse, on yıllık ekonomik ve siyasi sermaye AKP hükümeti tarafından bu bölgeye akıtıldı ve birkaç saat içinde yerle bir oldu.
James Ryan, Dış Politika Araştırma Enstitüsü’nde (FPRI-Foreign Policy Research Institute) Orta Doğu Programı Direktörüdür.