Erdoğan’ın sonu mu? Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Türkiye’ye dair 10 nokta – Federico Donelli | Le Grand Continent

Erdoğan dönemini sona erdirme arzusu Türk seçmenlerin çoğunluğunu ikna etmek için yeterli bir argüman gibi görünmüyor; en büyük korkuları muhalefet partileri (CHP, İYİ Parti, Deva, Gelecek, Saadet ve DP) arasındaki çözülmemiş sorunların ülkeyi derin bir iç istikrarsızlık evresine sürükleyerek önümüzdeki yılların birçok zorluğuna karşı savunmasız hale getirmesi.

Federico Donelli’nin 27 Mart 2023 tarihinde Le Grand Continent için kaleme aldığı makalesinin Fransızca orijinaline buradan erişilebilir.

Şubat ayı başında Türkiye’yi vuran depremlerin ardından seçimlerin ertelenmesi önerilmiş olsa da, seçimler 14 Mayıs’ta yapılacak. Cumhuriyet’in 100. kuruluş yıldönümünün kutlandığı bu yılda, yaklaşık elli üç milyon vatandaştan 2003’ten bu yana aralıksız iktidarda olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın devamlılığı ile Türkiye’nin modern siyasi tarihinde yeni bir sayfanın açılması arasında bir seçim yapmaları isteniyor. AKP liderliğindeki 20 yıllık hükümetler döneminde, seçimlerin belirleyici olduğu pek çok örnek yaşandı. On yılı aşkın bir süredir seçim stratejisi, oylamayı seçim platformundan ziyade kendi şahsına odaklanan bir referandum olarak sunmak olan Erdoğan’ın, ‘biz’ ve ‘onlar’ üzerine kurulu bir anlatı aracılığıyla Türk siyasi çerçevesinin kutuplaşmasını körükledi. Bununla birlikte, geçtiğimiz birkaç yıldaki seçimlerle kıyaslandığında, Mayıs ayındaki seçimler hiç kuşkusuz Türkiye’nin bugünü ve geleceği açısından yadsınamaz bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilecek özelliklere sahip.

Öncelikle hatırlanması gereken unsur, Cumhuriyet’in Mustafa Kemal’in ellerinde doğuşundan bir asır sonra üstlendiği sembolik önemdir; “Türklerin babası” (Atatürk), ile Erdoğan’ı sıklıkla karşılaştırma eğiliminde olan özellikle Batılı gözlemciler kimliksel farklılıklarının altının çiziyor ve ortak güç yönetimi mekanizmalarının belirsizliğinden söz ediyor. Mevcut cumhurbaşkanının geçmişle ilişkili olarak yürüttüğü söylenen [cumhuriyet tarihinde] bir kesintiye odaklanan bu baskın anlatı, aşırı basitleştirici bir vizyonu besleme riski taşıyor. Zira bunun sonucunda Türk siyasetini yalnızca Kemalist ve Erdoğanist vizyonlar ya da seküler Türkler ve muhafazakarlar arasındaki çatışma açısından analiz etme eğilimi ortaya çıkıyor. Oysa iki Türk liderin izlediği politikalar, Kemalist destan ile Erdoğan’ın yirmi yılı arasında tarihsel bir süreklilik olduğunu gösteren çok sayıda temas noktasıyla, genellikle düşünüldüğünden daha büyük bir karmaşıklık arz etmektedir. Başka bir deyişle, kimlik unsuru şüphesiz gereklidir, ancak ülkenin sosyo-politik dinamiklerini anlamak için yeterli değildir.

Seçimlerin yapılacağı 14 Mayıs’ta dikkate alınması gereken ikinci unsur ise uluslararası bağlam ve Türkiye’nin bu bağlamda oynamak istediği roldür. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, bir süredir mevcut olan sistemik dinamikleri daha da hızlandırmıştır. Liberal düzen on yılı aşkın bir süredir derin bir geçiş evresinden geçmekte, tanımlanması ve öngörülmesi hala zor olan bir yapılanma arayışındadır. Gücü elinde tutma ve kullanma kapasitesine sahip bir veya daha fazla büyük gücün yokluğu nedeniyle giderek daha değişken ve müsamahakar hale gelen bu çerçevede, Türkiye gibi yükselen aktörler, birçok uluslararası meselede giderek daha az marjinal bir rol üstlenmek için yeni alanlardan ve fırsatlardan yararlanmıştır. Ankara, özellikle Afro-Avrasya dörtlüsü üzerinden birçok krizde vazgeçilmez bir arabulucu konumu elde etmeyi başarmıştır. Dolayısıyla bu oylama sadece Türkiye’nin içeride alacağı yöne ilişkin değil, aynı zamanda Ankara’nın uluslararası alanda oynamak isteyeceği role, ittifaklarına ve gelecek yıllardaki stratejik tercihlerine ilişkin bir seçim olacaktır.

1- Erdoğan hala güçlü bir seçmen desteğine sahip mi?

Bu seçimleri gerçek bir dönüm noktası haline getiren şey, Erdoğan ve ona bağlı siyasi elitin etrafındaki konsensüsün son aylarda hiç olmadığı kadar daralmış olması.

Erdoğan’ın ekonomi ve finans yönetimi, seçmenlerinin bir bölümünü, özellikle de orta sınıfı ve fiyatlardaki sürekli artışa en çok maruz kalanları gerçekten de zayıflattı. Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişle kurumsallaşan iktidarın giderek merkezileşmesinin damgasını vurduğu son yıllar, tek adamlı bir hükümet sistemi yaratmış, kurumların erozyona uğramasını ve muhalefet biçimlerinin bastırılmasını beraberinde getirmiştir. Acil durumlarla (terör saldırıları, başarısız darbe, pandemi krizi) gerekçelendirilen demokratik gerileme süreci, genel toplumsal gerilimi körüklemenin yanı sıra AKP seçmenleri arasında huzursuzluk ve hoşnutsuzluk yaratmıştır.

Erdoğan’a karşı artan hoşnutsuzluğun işaretleri, çoğunluk koalisyonunun (AKP-MHP) adaylarının ülkenin üç büyük şehri olan İstanbul, Ankara ve İzmir’de kaybettiği 2019 yerel seçimlerinde zaten görülmüştü. Buna Şubat ayında yaşanan ve Erdoğan’ın her zaman geniş bir desteğe sahip olduğu illeri vuran dramatik deprem de eklendi. Hükümetin gerek önlem almaması gerekse ilk sarsıntıları takip eden saatlerdeki etkisiz müdahalesi nedeniyle üstlendiği pek çok siyasi sorumluluk, ülkenin güney illerindeki durum göz önüne alındığında trajik bir şekilde, Erdoğan’ın yurtiçinde ve yurtdışında yansıttığı Türkiye’nin zayıflıklarını ve tutarsızlıklarını gözler önüne serdi.

Dolayısıyla bu tür bir yönetimin oy tercihi üzerindeki etkisi, deşifre edilmesi her zaman zor olan bir seçimde bir başka değişkendir. Bununla birlikte, giderek artan sayıda vatandaş, parlamentarizme dönüşü sağlayacak bir anayasa reformundan, nispi oylamadaki seçim barajının (%7) düşürülmesi yoluyla siyasi temsilin genişletilmesine kadar uzanan bir siyasi değişimin gerekli olduğuna inanmaktadır.

2 – Muhalefet partileri ne kadar güçlü?

Bu arada, geçmişte olduğu gibi bugün de pek çok seçmen Erdoğan sonrası Türkiye fikrinden endişe duyuyor ve kafaları karışık. Muhalefet partileri, olası bir yürütmede işbirliği yapmaya istekli olduklarını ifade etseler bile, aralarında çok derin farklılıklara sahip. Erdoğan dönemini sona erdirme arzusu seçmenlerin çoğunluğunu ikna etmek için yeterli bir argüman gibi görünmemekte; en büyük korkuları muhalefet partileri (CHP, İYİ Parti, Deva, Saadet, DP ve GP) arasındaki çözülmemiş sorunların ülkeyi derin bir iç istikrarsızlık evresine sürükleyerek önümüzdeki yılların birçok zorluğuna karşı savunmasız hale getirmesi ihtimali.

Tüm bu hususlar, Türk siyasi sisteminin kırılganlığı açısından dikkate alınmalıdır. Bugünün Türkiye’si muhalefetle rekabet halindeki otoriterliğin izlerini taşımakta; bu nedenle seçim süreci adil olmayacak, ancak rekabetçi olmaya devam edecektir. Oyun alanı adaylar arasında gerçekten de çok eşitsiz: hem kamusal hem de özel medya neredeyse tamamen iktidar koalisyonunun tekelinde. Yürütme, muhalefetin tüm seçim sürecini kontrol etmesini daha da zorlaştıracak tedbirler alıyor. Yüksek Seçim Kurulu’na iktidardaki koalisyona yakın hakimlerin atanması da zaten zayıf olan denge ve denetleme mekanizmalarını aşındırdı. Başka bir deyişle, Erdoğan’ın lehine bir durum söz konusu ancak seçimin sonucu hala belirsiz. Bu nedenle seçimler Türkiye için 2023’ün en önemli siyasi olaylarından biri olacak.

3 – Türk ekonomisinin gerçek durumu nedir?

Son yıllarda yürütme tarafından desteklenen reçeteler ve Merkez Bankası’nın özerkliğinin kademeli olarak azaltılması, enflasyonu yeni milenyumun başından bu yana en yüksek seviye olan %85’e çıkardı ve liranın değerinin düşmesine neden oldu.

Özellikle toplumun zayıf kesimleri için hayat pahalılığı önemli ölçüde arttı, ancak satın alma gücündeki düşüş, tasarrufları hızla değer kaybeden orta sınıfı da etkiledi. Muhalefet, yürütmenin özellikle faiz oranları alanında alışılmışın dışında fikirlere dayanan ekonomi politikalarını defalarca eleştirdi ve “Erdoğanomik” kapsamında benimsenen önlemlerin tamamen gözden geçirilmesini siyasi gündemin en üst sırasına koydu.

4 – Değişen uluslararası bağlamda Türkiye nasıl bir evrim geçiriyor?

Deprem milyonlarca Türk ve Suriyelinin hayatını altüst etmeden önce Erdoğan’ın seçim kampanyası neredeyse tamamen dış politikaya ve Türkiye’nin Ukrayna’dan Somali’ye, Libya’dan Suriye’ye çok sayıda uluslararası krizdeki rolüne odaklanmıştı. Yürütmenin tercihi iki yönlüydü: bir yandan çoklu senaryolara katılımını bedeli ne olursa olsun arttırmak, diğer yandan da seçmenlerin dikkatini pek çok iç sorundan uzaklaştırmak.

Türkiye’nin son yıllardaki aktivizminde gölgeli alanlar ve belirsizlikler yok değil; özellikle de geleneksel Batılı ortaklarıyla ilişkilerinde. Türkiye’nin daha fazla stratejik özerklik arayışı ve Moskova ile ilişkilerinde giderek daha istikrarsız hale gelen denge oyunu, yanlış anlamaların artmasına ve bazı durumlarda ABD ile gerçek anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Mayıs ayındaki seçimler mevcut eğilimleri pekiştirebilir ya da kesintiye uğratabilir. Ancak ülkenin Erdoğan öncesi bir dış politikaya dönebileceğini düşünmek bir yanılsama olur. Türkiye’nin uluslararası sistemi, bölgesel düzeni ve iç yapısı 1990’ların sonundakinden radikal biçimde farklı. Türkiye, Rusya ve ABD ile ilişkilerine ek olarak, giderek daha etkili ve güçlü hale gelen Çin karşısındaki konumunu da tanımlamak zorunda kalacaktır. Önümüzdeki yıllarda, küresel rekabet mantığı içinde, ABD ve müttefikleri için Ankara’nın desteğini kaybetmemek, ne kadar sorunlu ve değişken olursa olsun, hayati önem taşıyacaktır.

5 – Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler yeniden canlandırılabilir mi?

Son yıllarda Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler karşılıklı bir kopuş evresinden geçti. İlişkilerin soğumasını belirleyen başlıca faktörler, ülkenin iç demokratik gerilemesi ve Türkiye’nin Avrupa ülkeleri tarafından son derece istikrarsızlaştırıcı olarak algılanan Doğu Akdeniz politikasıdır. Bununla birlikte, bu sürtüşmelere önemli ekonomik ve ticari ilişkilerin sürdürülmesi – AB ülkeleri Türkiye’nin ana ortağı olmaya devam etmektedir – ve göç akışları konusunda işbirliği eşlik etmiştir

Göç meselesi sadece Avrupa’nın çelişkilerini ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda sınırlarının bir kısmının kontrolünü fiilen Türkiye’ye devreden ve Erdoğan rejimine bir etki ve baskı aracı sunan Birliğin zayıf noktalarından birini oluşturuyor. Seçimin sonucu ne olursa olsun, AB ile Türkiye arasındaki ilişkiler, belki de sadece gümrük birliğinin ötesine geçen yeni bir ortaklık çerçevesinin geliştirilmesi yoluyla, önümüzdeki yıllarda tamamen yeniden düşünülmelidir.

6 – Türk dış politikasının geleceği ne olacak?

Son yıllarda Türk dış politikasının özelliklerinden biri de yönelimlerinin genişlemesi olmuştur. Türkiye, sadece Batı’ya yönelik bir dış politikadan yavaş yavaş Orta Doğu, Balkanlar ve Afrika gibi uzun süredir göz ardı edilen bölgelere açılmıştır.

Türkiye’nin bu hareketliliği siyasi ve ekonomik faydalar sağladıysa da aynı zamanda devletlerarası rekabeti de arttırdı. Ekonomik durumu ve aşırı siyasi kutuplaşmanın istikrarsızlaştırdığı bir iç durumla karşı karşıya kalan Türkiye’nin çeşitli cephelerde verdiği taahhütleri yerine getirme kabiliyeti konusunda pek çok şüphe bulunmaktadır. Başka bir deyişle, Ankara’nın aşırı yüklenme tehlikesiyle karşı karşıya olması mümkün. Dolayısıyla seçimlerin sonucu, Türkiye’nin önemli bir rol oynadığı Suriye, Libya ve Somali’deki stratejik konumu açısından da önemli sonuçlar doğuracaktır.

7 – Kürt halkı için beklentiler neler?

Bugün Türkiye nüfusunun yaklaşık %20’sini oluşturan Kürtler uzun süredir marjinalize edilmekte ve ayrımcılığa uğramaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan birkaç yıl sonra, başta Anadolu’nun doğu illeri olmak üzere Türkiye topraklarında asimilasyoncu politika başlatıldı. Kürt nüfus ile Türk yetkililer arasındaki ilişkiler, 1980’lerin başında Kürdistan İşçi Partisi (PKK) terör örgütünün kurulmasıyla daha da kötüleşti. Türkiye Kürdistanı’nda bağımsızlık için verilen silahlı mücadele, on binlerce insanın hayatına mal olan bir şiddet döngüsünü tetikledi.

2000’li yılların başından bu yana, Kürt dili ve kültürel haklarının tanınmasına yönelik bazı girişimler sayesinde Türkiye’deki Kürtlerin durumunun biraz daha iyileştiği söylenebilir. Birçok Kürt, ortak muhafazakâr kimliği etnik farklılıkları ve ayrımcılığı azaltmak için makul bir çözüm olarak görerek Erdoğan’ın partisini destekledi ve desteklemeye devam ediyor. 2016’dan sonra Türk yetkililer ile PKK arasındaki çatışma, ülke içindeki ve dışındaki faktörler nedeniyle yeniden tırmandı. PKK’nın doğrudan bir ifadesi olarak görülen Suriye sınırındaki Kürt-Suriyeli oluşumların (PYD, YPG) ortaya çıkması, Ankara’nın Suriye topraklarında bir dizi askeri operasyon başlatmasına neden oldu. Aynı zamanda, AKP ile milliyetçi MHP arasında siyasi bir ittifakın kurulması, yürütmeyi Suriye ve Irak arasında hareket eden PKK oluşumlarını etkisiz hale getirmek amacıyla Doğu Anadolu bölgelerinde daha agresif bir politika izlemeye sevk etti.

Kürt sorunu Türk siyasetindeki en önemli ve çatışmalı konulardan biri olmaya devam ediyor. Her iki koalisyon da Kürt seçmenlere hitap etmeye çalışıyor. AKP, özellikle daha muhafazakar Kürtlerle dini yakınlık kartını oynamaya devam ediyor, ancak Kürtlerden ilham alan solcu HDP’yi tek gerçek alternatif olarak gören ilerici ve giderek hayal kırıklığına uğrayan genç nesil için cazibesini kaybediyor. HDP resmi olarak muhalefet partileri koalisyonunun bir parçası değil, zira doğrudan katılımı, Kemalizmleri nedeniyle Kürt davasına yönelik yeni pozisyonlar benimsemekte zorlanan birçok CHP ve İYİ Parti seçmenini kendinden uzaklaştıracaktır.

8 – Türkiye’nin yumuşak gücüne ne oldu?

2005-2013 yılları arasında Türkiye’nin özellikle komşu ülkelerle ilişkilerini güçlendirirken yumuşak güç araçlarını kullanması akademisyenlerin, siyasetçilerin ve gözlemcilerin büyük ilgisini çekti. Türkiye, AB adaylığı ve mükemmel ekonomik performansından kaynaklanan cazibesinin yanı sıra Orta Doğu, Afrika ve Balkanlar ile kurduğu ilişkilerle de görünürlük kazanmıştır. Türkçe dil okullarının ve kurslarının açılmasından televizyon dizilerinin yayınlanmasına, Osmanlı camilerinin ve tarihi mekanların restorasyonuna kadar Ankara, bir yandan ulusal şirketlerini (Türk Hava Yolları gibi) dünyaya tanıtırken diğer yandan da tarihsel-kültürel yakınlıklardan yararlanmıştır.

Daha sonra, çeşitli faktörler nedeniyle, Türkiye yönetimi, Erdoğan doktrini olarak adlandırılan sürecin de gösterdiği üzere, kademeli olarak sert güce geri dönmeyi tercih etti. Suriye’ye yapılan askeri müdahaleler, savunma sektörüne yapılan yatırımların artması ve Somali ile Katar’da karakolların açılması yeni bir stratejik fikrin özellikleridir. Gücün sert boyutunun yeniden canlanması karşısında, yumuşak güç kullanımı ortadan kalkmadı, ancak değişti ve giderek artan bir şekilde yumuşak ve sert araçların birçoğunu aynı anda kullanan Türk akıllı gücü şeklini aldı.

Düşünülenin aksine, ülkedeki son gelişmeler, özellikle de demokratik gerileme, Türkiye’nin Müslüman ve Müslüman olmayan dünyanın birçok yerinde sahip olduğu hayranlık ve hayranlığı etkilememiştir. Bu son husus, içerideki demokratik gerilemeyle birleştiğinde, Türk gücünün yumuşak boyutunun Çin örneğini izleyerek daha “keskin” bir yapıya bürünmesine yol açabilir.

9 – Türkiye’nin Ukrayna çatışmasındaki rolü nedir?

Türkiye Ukrayna’ya karşı pek çok açıdan muğlak bir tutum benimsemiştir. Ankara, kendi üretimi olan ünlü TB2 savaş uçakları da dahil olmak üzere Kiev’e askeri yardım sağlamaktan çekinmezken, Rusya ile yakın ekonomik ve diplomatik bağlarını sürdürdü. Son aylarda Türk diplomasisinin amacı, özellikle NATO müttefikleri tarafından yanlış anlaşılma riskini göze alarak, Rusya ve Ukrayna ile ilişkilerini dengelemeye çalışmak oldu.

Türkiye’nin tutumunun arkasında hem uluslararası bağlamın sunduğu fırsatlara ilişkin değerlendirmeler hem de Ukrayna ve bölgedeki diğer ülkelerdeki ekonomik ve stratejik çıkarlarının belirlediği pragmatik değerlendirmeler var; örneğin Ankara Kırım’daki Tatar nüfustan doğrudan kendisini sorumlu tutuyor.

Türkiye’nin tercihlerini anlamaya çalışırken Ankara’nın Moskova ile ve daha spesifik olarak Erdoğan’ın Putin ile kurduğu ilişkiyi de göz önünde bulundurmak gerekir. Her iki lider de birden fazla senaryoyu içeren ancak sınırları iyi belirlenmiş, en önemlisi iç meşruiyetle ilgili olan sürekli bir uzlaşmayı tercih etti. Dahası – ve bu, mevcut Türk siyasi elitinin özellikle önem verdiği bir husus – Rusya ile ilişkilerin sürdürülmesi birkaç yıldır daha fazla stratejik özerklik arayışı için gerekli görülüyor; ana uluslararası oyuncularla ilişkilerin dengelenmesi yoluyla kendi çıkar ve kazanımlarını en üst düzeye çıkarmanın mümkün olduğu düşünülüyor.

Ukrayna ihtilafına dönecek olursak, Ankara’nın benimsediği pozisyonun yakın gelecekte ihtilafın ayrıcalıklı bir muhatabı, hatta arabulucusu rolünü oynamasını amaçladığını vurgulamak gerekir. Teorik olarak, Moskova ile doğrudan bir diyalog kanalını muhafaza etmek, hem olası müzakerelerin önünü açmak hem de çatışmanın Karadeniz ve Akdeniz’e yayılma riskini azaltmak için NATO’nun çıkarınadır. Ancak Türkiye’nin tutumu, Erdoğan yönetiminin davranışlarını NATO’nun güvenilmezliğinin bir başka kanıtı olarak gören bazı NATO ortaklarının tepkisini çekmektedir.

10 – Depremin etkisi ne olabilir?

5-6 Şubat gecesi Türkiye’nin güney illerini ve Suriye’nin kuzey bölgelerini vuran şiddetli depremler Ankara’nın siyasi gündemini de etkiledi. Türkiye’nin yakın tarihindeki en ölümcül olay olan bu felaket, iç siyaseti doğrudan etkiledi; depremler, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından tasarlanan ve yönetilen aşırı merkeziyetçi sistemin özellikle afete hazırlık ve kentsel planlama açısından zayıflıklarını ortaya koydu. Türk makamlarının ve özellikle de Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) pek çok eksikliği, yıllardır sürdürülen sorumsuz politikalarla daha da artmıştır.

Hem yerel hem de ulusal düzeydeki bu sorunlar, yaygın af kültüründen ve AKP’li siyasi elitlerin kazançlı inşaat sektörüyle kurduğu yakın patronaj ilişkilerinden doğmuştur. Seçimlerden sadece birkaç ay önce meydana gelen deprem, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar koalisyonunu (AKP-MHP) Şubat ayı başına kadar neredeyse sadece dış politikaya odaklanan kampanya planlarını tamamen gözden geçirmek zorunda bıraktı.

İktidarda olduğu yıllarda sık sık olduğu gibi, Erdoğan için iç ve dış politika arasındaki çizgi oldukça bulanık. Bu nedenle depremin iç politikadaki etkileri Türkiye’nin uluslararası projeksiyonu üzerinde de yansımaları olacaktır.

Federico Donelli, İtalya’daki Trieste Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında yardımcı doçent. International Affairs, Third World Quarterly, Journal of Contemporary African Studies ve The International Spectator dergilerinde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Turkey in Africa kitabının yazarıdır.

Yazı işleri departmanı

İlgili Makaleler


Son makaleler