Laiklik ve sekülerlik 1: Türkiye laik mi?

Ne Hilafetin kaldırıldığı 1924’teki laiklikle, 20 yıldan fazla bir süredir İslamcı bir partinin yönetiminde olan Türkiye’deki laiklik aynı, ne de kanunların seküler karakterinden anlaşılan laiklikle günlük hayattaki davranış şekillerini kategorize eden laiklik aynı.

Biz, Türkiye dışında yaşayan Türkiye kökenlilere sık sık sorulan bir sorudur bu “Türkiye laik mi?” Ben senelerdir bu soruya hep aynı cevabı veriyorum. “Önce laik kelimesinden ne anladığımızda anlaşalım, ben ona göre öyle mi, değil mi anlatayım”. Gerçekten de bu kelimeyi kullanan iki bağlamda da, yani Fransa ve Türkiye bağlamlarında, kavram çok kirlenmiş durumda. Daha doğrusu aynı kavram çok değişik hatta bazen birbiriyle çelişen norm, politika ya da durumlar için kullanılıyor. Biraz mıntıka temizliği şart.

Türkiye’nin laik olma ihtimali Müslüman bir toplum ile “seküler” bir siyasi sistemin birbirlerine uyabilmeleri konusunda örnek teşkil edebileceği için hayatî bir önem taşımakta. Yunanca kökenli Fransızca bir kelimeye Türkçe yapım eki “lik” eklenerek elde edilen “laiklik” neyin adıdır? Bir sistemin mi? bir var oluş şeklinin mi? Yoksa başlı başına bir inanç mı? Elbette bu kavram hem dikey olarak zaman içinde, hem de yatay olarak alandan alana değişen dinamik bir karaktere sahip. Ne hilafetin kaldırıldığı 1924’teki laiklikle, 20 yıldan fazla bir süredir İslamcı bir partinin yönetiminde olan Türkiye’deki laiklik aynı, ne de kanunların seküler niteliğinden anlaşılan laiklikle günlük hayattaki davranış şekillerini kategorilere ayıran laiklik aynı.

Kanımca Türkiye’deki “laiklik” kavramı üç çelişkili yönüyle ele alınmalı.

  • Siyasî laiklik: Bu çerçeve, devletin dinsel konulara, özellikle de Sünni İslam gibi egemen dinin konularına yaklaşımını içerir. Ayrıca, siyasî laiklik ideolojik anlamda da yorumlanabilir. Bu durumda, siyasî hareketlerin dinle olan ilişkileri de dahil olmak üzere politik söylemleri (ve eylemleri) söz konusudur
  • Hukuki laiklik: Bu çerçevede Türkiye’de tartışılan, son yirmi yılda, özellikle siyasal İslam ağırlıklı yasama ve yargı organının yorumu altındaki anayasal ve yasal çerçevedir.
  • Toplumsal laiklik: Burada söz konusu olan, sekülerlik olarak da nitelendirilebilecek toplumsal bir durumdur. Bu durum, yani toplumsal davranış standartlarının İslamî olup olmadığı konusu Türkiye’deki laiklik tartışmalarına dahil edilmekte. Bireylerin veya grupların- özellikle “islamcı” olarak görülen kesimlerin- görünür bir biçimde dinsel davranışları (kılık kıyafet, yeme içme, dil…) laikliğe aykırı olarak da görülebilmekte. Uzun lafın kısası sorulması gereken: birey laik olabilir mi ve olmalı mı?

Birinci çerçevede cevap basit. Türkiye ne siyasal sistem olarak ne de siyasal söylem olarak laik bir ülke. Devletin resmi bir dini var o da Sünni İslam. Diyanet İşleri Başkanlığı gücü ve kapsamı 1980’den beri her geçen gün büyüyen ve genişleyen en önemli ideolojik aygıtlardan biri. Devlet aygıtı olarak rejim baskıcı bir sekülerleştirme politikası güderken Diyanet bu politikanın aygıtıydı. 1980’den sonra devlet Sünni İslamı komünizm önünde en güçlü engel olarak görmeye başlayınca bu yönde çalıştı. 1990’larin ikinci yarısından itibaren siyasal İslam iktidarı adım adım ele geçirince de Diyanet sekülerleşmeyi tersine çeviren en önemli araç oldu. Artık sadece din konusunda değil, vergiden depreme, sağlıktan güvenliğe, her konunun danışıldığı ve devletin halka yönelik mesajının iletildiği bir megafon haline geldi. Bu süreçte İslamî siyasal söylem normalleşti ve merkeze oturdu. Seccade ve besmele siyasetin alışılagelmiş nesneleri haline geldiler. Siyasal açıdan bakıldığında Türkiye laik değil. Hiçbir zaman olmadı ama artık daha da değil.

Hukuksal açıdan Türkiye’nin laik olup olmadığı konusu biraz daha çetrefilli. Devlet dinden ayrı olmasa da, resmî dinin yanında eğitimde bu resmî dinin dayatılması 1983’den beri norm haline gelmiş olsa da, yasa koyucu, en azından 1937’den beri dinsel dayatmaları yasaya koymayı uygun görmedi/başaramadı. Daha doğrusu kanun, 1937’den günümüze meşruiyetini Sünni İslam’da aramamakta. AKP iktidarında 3 ayrı çerçevede Ceza kanununda, Borçlar kanununda ve Medeni kanunda bu durum zayıflatılmaya çalışıldı.  AKP, özellikle sivil toplumun direnci sayesinde ilk ikisinde başarısızlığa uğradı, üçüncüsünde ise kısmî başarı sağladı.

Ceza kanununda  konu zinanın tekrar suç sayılmasıydı. Ve bu kanun teklifi AKP iktidara geldikten hemen sonra, 2004’de  getirildi. 765 sayılı eski Ceza Kanunu’nda zina fiilini işlemek suç olarak nitelendirilmiş, 440-444 arası maddeler bu suçtan dolayı evli kadın ve kocaya hapis cezası öngörmüştü. Eski kanuna göre, kadının zinasında diğer erkeğin evli olup olmamasının bir önemi yokken erkeğin zinasında cinsel ilişki içinde olduğu kadının bekâr bir kadın olması ve karı koca gibi yaşam sürmeleri aranmıştır. Ancak, bu düzenlemeler eşitlik ilkesine aykırı olduğundan, 1982 Anayasası’nın 10. maddesinde yer alan “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” hükmü uyarınca bu düzenlemeler değiştirilmiştir. İktidara gedikten sonra AKP zinanın tekrar suç sayılması konusunda iki kere girişimde bulundu. 2011’deki girişim sadece söylemde kaldı ama 2004’teki yeni ceza kanununa zinayı eklemek yönünde ciddî bir girişimdi. Ancak Avrupa Birliği’nin, zinanın tekrar suç sayılmasının tam üyelik müzakerelerine geçişi etkileyebileceğini duyurması üzerine bu girişimden vazgeçildi. Bu çerçevede 26.09.2004 yılında yasalaşan ve 12.10.2004’te Resmî Gazete’de yayımlanan yeni TCK’da zina suçu yer almamıştır.

Benzer bir çerçevede 2013 ve 2020’de gene AKP hükümetleri faizin kötülüğünü gene dinsel normatif anlayışla açıklamaya çalıştılar ve bu konuda hem piyasaya hem de merkez bankasına müdahalelerde bulunuldu. Örneğin 2013’teki yeni Borçlar ve Ticaret kanunu tasarısında “Tüketiciyi koruma” kisvesi altında bir faiz lobisi olduğu  ve yasaklanması gerektiği tartışıldı, ancak bütün çabalara ve tek adam rejimine rağmen piyasanın baskısı sayesinde/yüzünden bu yasaklama getirilemedi. Diğer bir deyişle piyasa 20 yıllık Recep Tayyip Erdoğan iktidarından sonra hâlâ “seküler”.

İslamcı iktidarın hukukî alanda ilerleme kaydedebildiği alan dinsel-seküler kanun ilişkisinin yumuşak karnı olan medeni kanun. 1912 İsviçre Medeni kanununun tercümesi olan 1926 tarihli Medenî kanundan beri, imam ve müftüler evlilik işlemleri yapamazdı. En azından, imam nikahı sadece sivil evlilikten sonra gerçekleştirilebilirdi ve resmî olarak tanınmazdı. Bu düzenleme, yeni Medenî Kanun’un 2002’de kabul edilmesiyle değiştirilmedi. Ancak, 2017’de belediyelerin yoğunluğunu öne sürülerek, hükümet yeni bir düzenleme getirip, müftülerin dinî nikahla aynı anda sivil nikah kıymasına izin verdi. Hukuk çevrelerinde ve medyada iktidarın hâkim konumu nedeniyle, bu yeni düzenleme, seküler çevrelerde bazı marjinal tartışmalar dışında, sivil toplumun direnişini uyandırmadı.

Bu şu demektir, eğer Mayıs 2023’te AKP-MHP, HÜDAPAR ve Yeniden Refah Partisinin oluşturduğu İslamcı koalisyon iktidarda kalırsa, yasama ve yürütme tamamen köktendinci bir grubun eline geçecek ve şimdiye kadar hasbelkader korunabilmiş hukuksal laiklik de tarihe gömülecektir.

Bu son durumun laikliğin üçüncü çerçevesi, toplumsal davranış şekillerine, yani sekülerliğe etkisi geri dönülmez hasarlar vereceği son derece açık. Ama yazı uzadı, toplumsal laiklik meselesini bir sonraki yazıya bırakalım.

Tarihçi ve Siyaset bilimci Prof. Dr. Samim Akgönül, Strasbourg Üniversitesi Türk Etütleri bölümü başkanıdır.

İlgili Makaleler


Son makaleler